Söyleşi Şilan Geçgel 12 Ocak 2025
O Gün; 90’lı yılların fırtınasında yurdundan edilen ve 2000’li yıllarda köylerine dönen Kavarlıların direnişi ve eve dönüş hikâyesini anlatırken; O Sesler, 2015 – 2016 yılları arasında, yaklaşık 100 gün kuşatma altında kalan Sur’u ve bugüne miras kalan büyük acıyı anlatıyor.
Patlayan bombaların, dümdüz edilen şehirlerin, açlığın, yoksulluğun ve zorunlu göçlerin çığlığı günden güne büyürken; umudun ve barışın -şimdilik- kısık sesi melodisine devam ediyor.
İnsan hakları savunucusu, gazeteci ve yazar Nurcan Baysal’la; O Gün’ü, O Sesler’i, barışı ve onurlu bir helalleşmenin nasıl olabileceğini konuştuk.
Sur’a ve Sur’da yitirdiklerimize adadığınız O Sesler, okuması ağır bir tanıklık. O dönemi kısıtlı imkanlarla takip eden okurlar için kayda düştüğünüz tanıklığın sarsıcı olacağını düşünüyorum. İlk olarak O Sesler’in yola çıkışını sormak isterim. Sizi ortak hafızamıza kayıt bırakmaya iten süreç nasıl gelişti?
Beni kitabı yazmaya iten birkaç neden vardı.
Bir savaş içinde de olsak, bombalar altında da yaşasak yaşam devam ediyor ama nasıl devam ediyor? Öncelikle bunu anlatmak istedim. O dönemler Batıdan Diyarbakır’a gelen oldukça sevdiğim gazeteciler, aydınlarda bile şu söylem oluyordu: “Sur bombalanırken, Sur dışındakiler kafelerde.” Yaşamın devam etmek zorunda olduğunu anlamıyorlardı. Hatta o dönem bu söylemlere sinirlenip bir yazı kaleme almıştım. (Yazıyı İngilizce yazmıştım ve daha sonra bu yazı İrlanda PEN’e ilham verdi ve benimle birlikte birkaç kadın aktivistin hikâyesinin anlatıldığı bir kitabın ismi oldu: Yes, We Still Drink Coffee!)
Yerde Kalan Cenazeleri Kaldırmak Durumundaydık
Yaşam maalesef devam ediyordu. Çünkü savaş bir günlük, beş günlük ya da birkaç aylık değildi. Yaşamımız boyunca savaş ve şiddetin içindeydik zaten. 2015’in farkı artık savaşın kapımızın önüne kadar gelmesiydi. Bomba yağıyordu şehrin bir yanına ama biz pazara gidip sebze alıp; çocuklara ya da başkalarına yemek yapmak durumundaydık. Bulduğumuz açık yerlerde -bu bir kafe de olabilir- toplanıp, Sur için yardımları organize etmek durumundaydık. Çocuklara ölmeyeceklerini anlatmak durumundaydık. Evsiz kalanlar için para toplamak durumundaydık. Yerde kalan cenazeleri kaldırmak durumundaydık. Biz “ölmeyen ve öldürülmeyenler”, yaşamaya devam ettik ama utançla devam ettik. Bir de öfkeyle tabi. Hayat durmalıymış gibi geliyor ama durmuyor ve bu çaresizlik etrafınızdaki herkese ve kendinize karşı da büyük bir öfke beslemenize yol açıyor.
Özetle, kitabı yazmak istememin temel nedeni Sur’daki çatışmalı dönemde, şehrin bombardıman altında olduğu dönemde yaşamın nasıl devam ettiğini anlamak ve anlatmaktı. Çünkü o dönemde yaşananları tek bir bakış açısından görme eğilimi hala çok yüksek. Oysa hayat öyle siyah-beyaz bir şey değil. Bir şehir bombalanırken okullardaki çocuklar ne yapar? Hastanelerde durum nedir? Ev kadınları, imamlar, işçiler, öğretmenler ne yapmaktadır? Farklı kesimler bu dehşeti nasıl yaşarlar? Bunları anlamak için kitap boyunca zengin, yoksul mahallelerde, okullarda, hastanelerde, pazarda, korunaklı sitelerde, Suriçi’nde, Sur dışında kitap boyunca dolaştım. Farklı sosyoekonomik gruplardan gelen insanlarla görüşerek farklı hakikatler arasında görünmeyeni görmeye çalıştım. Bu kitapla insanları yakıcı bir savaşın ortasındaki bir şehirde “görünmeyeni görmek”, “görünmeyeni” yeniden düşünmek ya da “görüneni” farklı açılardan görmeye davet etmek istedim.
Yazmaya beni götüren bir diğer neden ise aynı şehirde yaşayan bizlerin bile artık birbirimizi duymadığımızı hissetmemdi. Sadece Batı bizi kategorileştirmiyordu; şehrin kendi içinde de kategorisel söylemler vardı. Savaşın özneleri, batı ve yerel halk da aynı hatayı yapıyordu: İnsanları neredeyse sınırları net kategorilere hapsetmek. Oysa o sınırlar net değildir. Farklı mahallerden, sınıflardan, deneyimlerden insanlarla konuşarak, şehrin bu savaşı nasıl yaşadığı üzerinden bu kategorizasyonu da aşmak istedim. Onun için o dönem zenginliği ile eleştirilen Dicle Vadi Evleri denen bir bölgeden iki kadınla röportaj var mesela. O evlerin içinde ne oluyor görelim istedim. Kadınlardan biri avukat. Biz dışarıdan şunu görüyoruz: zengin lüks bir villada oturan bir avukat. Ama akşamları morglara giriyor (insan hakları avukatı), öldürülen insanların teşhislerini yapıyor, kendini zamanla bir böcek gibi görüyor… gibi.
Aslında şablonlar, klişeler, yargılar, aşağılamalar, yüceltmeler… Tüm bunlarla hesaplaşmak istedim belki de. Bu nedenle bombardıman altındaki şehirde gelgitleri olan, kaygan zeminlerde olan insanlara ve hikâyelere bakmaya; bunlara bakarak sisli, net olmayan alanları göstermeye çalıştım.
Görüşmenizde sağlık emekçisi Azize Hemşire, bomba sesleri ardında sessizliğe bürünen hasta ve hasta yakınlarının gidecek bir evleri olmadığı için taburcu olmak istemediklerini aktarıyor. Hastane koridorlarında gülmenin, konuşmanın, iyileşmenin bile büyük bir kedere büründüğü o günleri sormak isterim. Geride kalanlar, bu yasla yaşamaya nasıl devam edebilecekler?
Geride kalanlar farklı şekillerde yaşama tutunmaya çalışıyorlar. Kimisi o günleri düşünmemeye çalışıyor, kimisi hiç aklından çıkarmıyor; o günlerden sonra Sur’a hiç ayak basmayan yakınlarım var. O günler genelde pek konuşulmuyor. En son Diyarbakır TÜYAP’ta söyleşim vardı ve o günlerden bahis açılınca ağlayan insanlar oldu. Tarifi pek yok, bir sızı, bir yara kalbinizde kalıyor, geçmiyor. Bir şey yapamamış olmanın utancı ile çoğu insan yaşama devam ediyor. O dönem yaşananları bugün bile rahat rahat konuşamıyor olmak acı ve sızıyı katmerlendiriyor da. Bu hal, bu savaşa şahitlik eden şehirde yaşayan birçok insanın içine kapanmasına da neden oldu.
Nevin Öğretmen, cam kenarına oturamayan ve bomba sesleri altında ders dinlemeye çalışan çocuklara özne, yüklem, cümlenin öğelerini anlatıyor. Dersi sonlandırıp, çocukları güvenli bir şekilde evlerine yollama isteği ise, “abartmaya gerek yok” denilerek, geri çevriliyor. “Biri gelip diyor ki, bir saat içinde evini terk edeceksin ve nereye gidersen git. Bu büyük bir onur kırılması, büyük bir duygu kırılması yarattı. Bu çocukların bu düzenle, bu sistemle barışması beklenemez.”
Sizce böylesi büyük travmalar, çocukların memleketleriyle, geçmişleriyle kurduğu bağı nasıl etkiledi?
Kürtlük tam da böyle bir şey, çocukluktan itibaren hissettiğiniz, başta tam tanımlayamadığınız ağır bir şey. Böylesi şiddet hafızası taşıyan Kürt çocuklar zaten sistemle barışmıyorlar. Memleketleri ve geçmişleriyle bağları ise farklı gelişebiliyor.
Çoğu Kürt Çocuk, Alıyor Taşı Eline Fırlatıyor
Kimisinde bu, geçmişini, memleketini, Kürtlüğünü inkara kadar gidebiliyor. Unutmaya çalışıyor, Kürt olduğunu unutmaya çalışıyor. Ama unutamıyor, bir yerde bir şarkı, bir ezgi, duyduğu bir kelime ona bunu hep hatırlatıyor. Çoğu Kürt çocuk ise öfke içinde büyüyor, geçmişin yükünü üstleniyor, sadece kendilerine değil, analarına, babalarına yapılanların hesabını da sormak istiyor. Alıyor taşı eline, fırlatıyor. Ben buradayım diyor. Kürtlüğüne sarılıyor ve Kürtlüğü bilinsin ve tanınsın istiyor. Türklere ve bu ülkeye karşı kırgınlık, kızgınlık ve küskünlük içinde olduklarını söyleyebilirim.
Haziran 2017’de Ermenilerin, Süryanilerin, Keldanilerin ve Kürtlerin birlikte yaşadığı dümdüz bir Sur’a baktığınızı aktarıyorsunuz. 500 binden fazla insanın evsiz kaldığı, 1,5 milyon Kürt’ün zorla göç ettirildiği, yüzlerce Kürt ailenin morg kapılarında çocuklarından bir parça aradığını kayda düşmüşsünüz. 2024’te kaleme aldığınız kronolojide ise, “Diyarbakır’ın kalbi Sur’da satılık villalar” reklamlarını, yapay ve “yeni Sur”u anlatıyorsunuz. Yıkımın ardından Sur’da, eskinin tüm izlerini silmek üzere büyük bir toplum mühendisliğine girişildiğini söyleyebilir miyiz?
Elbette!
Toplum mühendisliğinin tutmayacağı, her şeyin ve her türlü bilginin internette var olduğu bir yüzyıldayız. Diyarbakırlılar 7000 yıllık memleketlerine ne yapıldığının farkındalar. Ama tabi insan doğasında şöyle bir durum var. Alışıyoruz, her şeye alışıyoruz, alışmak durumunda kalıyoruz, yoksa hayata devam edemiyoruz çünkü.
Her şey gibi Sur’un yıkımına ve yeniden “inşaa”ya da alıştık.
Savaşa alıştığımız gibi, kentin her tarafındaki bariyerlere de alıştık. Artık hangi sokakta bariyer var ya da yok ona göre yol güzergahımızı belirliyoruz. Bir park yasaklandıysa bizlere, sormuyoruz artık nedenini, sadece yolumuzu değiştiriyoruz. Bir zamanlar üzerine çıkıp çay-kahve içip, Dicle’yi izlediğimiz Keçi Burcu’na artık çıkamıyoruz, önemli değil, yolumuzu değiştiriyoruz. Uzun yıllar şöyle geçti (2017-2022):
Sur, Biz Diyarbakırlıların Evidir
Sur’a gidiyorduk. Bir lokantada, mümkünse yıkıntı alanı “manzarası” olmayan bir masayı seçiyorduk. Hatta yeni açılan güzel kafelerden birinde kahvemizi içiyorduk. 100 metre ötemizde bariyerlerle ayrılmış yasaklı alanı düşünmemeye çalışarak falımıza bakıyorduk. Bu bizim gerçeküstü hayatımız olmuştu. Yürürken mümkün olduğunca ana Gazi caddesine yakın yürüyorduk ki; arkadaki yıkıntı ve “inşa” halini görmeyelim. “Ev”in, yani Sur’un yıkıldığını “görmemek” için yolumuzu sürekli değiştiriyorduk. Keşke hissetmemeyi de becerebilseydik tabii.
Dışarıdakiler, hatta Kürt hareketi bile ne kadar farkındadır bunun bilmiyorum. Ama şunu söyleyebilirim:
Sur, biz Diyarbakırlıların evidir. Bizim evimiz yıkılmıştır.
21. yüzyılda 7000 yıllık bir kentin yarısı bombalanarak yıkılmıştır. Mezopotamya’nın en önemli merkezi yıkılmıştır. Yazarken, konuşurken bile acı duyuyorum. Düşünsenize iki oğlum Sur’u bilmeyecekler.
O Gün, Van Gölü kenarında Tatvan’a bağlı Kavar havzasından ses veriyor okura. Ermenilerden Kürtlere yakınları gözlerinin önünde öldürülenler, köyleri yakılanlar, korucu yapılanlar… Kavarlıların acı dolu hikâyesi, günün sonunda 2013’te Diyarbakır’daki tarihi Newroz’un coşkusuna çıkıyor. 2008 – 2013 yılları arasında Kavar köylerinde hayata geçirdiğiniz kalkınma projesinin, kendi hikâyenizle iç içe geçtiğini aktarıyorsunuz. Kavarlıların ve Nurcan Baysal’ın hikâyesi, O Gün’de nasıl birbirine sarıldı?
Kitabın başında da belirttiğim gibi Kavar üzerinden bir kalkınma(ma) hikâyesi yazmaktı amacım. Ancak zaten dili, kültürü görmeyen, senin kimliğinin yok sayıldığı bir bölgede kalkınmanın olamayacağını da görüyorsun. Bu hikâyeyi yazmak için oturdum ancak Kavar’da gördüklerim beni sürekli olarak 30 yıl önceki kendi çocukluğuma götürdü. Önce ayıkladım, bu kitapta “ben” olsun istemiyordum ama devamlı geçmişe dönüyordum. Benim yazma tarzımla da ilgili tabii. Ben genelde Kürtlerin günlük hayatlarını yazıyorum. Sevinçler, hüzünler, acılar, aşağılanmalar, zulümler… Hep günlük hayatta çünkü.
O büyük büyük kelimeleri, cümleleri sevmiyorum. İnsana bakmayı seviyorum, o insan günlük hayatta ne yaşıyor ve o onu Kürt kılıyor ya da başka bir şeyi yapmasına vesile oluyor. Her şey işte çok da değer vermediğimiz o insanda olup bitiyor. Ee tabii Kavarlılara ve hikâyelerine bakınca, 30 yıl sonra hala Kavarın çocuklarının benim 30 yıl önce yaşadıklarımı yaşaması insanı çok da sarsıyor. Bizim hikâyemizin bu kitapta buluşmaması imkansızdı belki de çünkü aynı toplumun parçalarıyız. Belleğimiz bir, aynı hafızayı taşıyoruz ve bu bellek maalesef değişmiyor. O günler hayatlarımızı kesiyor.
Kavar’da yürütülen programda bölge halkından birçok kadının da özneleştiğini aktarıyorsunuz. Kadınlar açısından Kavar deneyimi hakkında neler söylemek istersiniz?
Kavar Kalkınma Programı’nın belki de en önemli özelliklerinden biriydi kadınların güçlenmesi. Programda bunun için birçok faaliyet konulmuştu: arıcılık, seracılık, … vs. Burada önemli bir nokta da bu kadınların zaten tüm bunlara açık ve hazır olmalarıydı. Güçlülerdi bu kadınlar. Bizim gibi şehir hayatında yaşamış kadınların göremediği farklı bir özgürlük içindeydiler. Burada belki yine toplumsal hafızaya dönmek lazım. 90’ları köy boşaltmalarla yaşayan kadınların farklı olması belki de beklenemezdi. Kavar Kalkınma Programı onlara bu güçlerini, niteliklerini ve becerilerini kullanabilecekleri bir alan açtı. Kalkınma Programı bittikten sonra da bu kadınlar Türkiye’nin birçok farklı yerine giderek deneyimlerini anlattılar, başka kadınlara yol açmaya çalıştılar.
Hakikat Hakkı
“Ölüler adına helalleşip, geçmişi kapatabilir miyiz?”, “Bunca yıl aşağılanmaya, hakarete, korkutulmaya maruz bırakılmış, ana ve babasının konuştuğu dilden korkan ve utanmak zorunda bırakılan Kürt çocuklar helalleşir mi?” diye soruyorsunuz. Sormak isterim onurlu bir helalleşme nasıl olacak?
Onurlu bir helalleşme bence öncelikle Kürtlere yapılanların tanınmasından geçiyor. Buna literatürde “hakikat hakkı” deniyor. “Bir halka ait”, “mirasın bir parçası olan”, “zulüm tarihinin” öğrenilmesine ilişkin vazgeçilemez, devredilemez bir hak. Hakikatlerin resmen tanınması, herkes tarafından bilinmesi mağdurların kendilerine ve birlikte yaşayacakları insanlara da yeniden inanmalarını sağlayacak bir şey. Çünkü şu noktaya geliyorsunuz uzun yıllar geçince: Ben bunları yaşadım mı?
Hakikatlerin tanınması ile birlikte resmi bir özür ve ondan sonra artık cezalandırma ve telafi etme politikalarının devreye girmesi gerekiyor. Cezasızlığın sürdüğü bir ortamda özür de yetersiz ve anlamsız kalabilir.
Kitapta önemli bir nokta, Kavarlıların kendilerine yapılanları “hakaret” olarak tanımlamaları. Bu, Kürtlerin bunca yıllık savaş içinde kendilerine yapılan zulmü öncelikle bir “onur meselesi” olarak gördüklerinin göstergesi. Onur meselesi olan her mesele gibi, Kürtlük meselesine yaklaşım da özen istiyor. Bugün yapıldığı gibi böyle gel kardeşim hadi bugün varsın, yarın yine yoksunla Kürt meselesi çözülmez!
İtirazımızı Yükseltmeye Devam
Filistin’de, Suriye’de, Türkiye’de… Barış mücadelesinin bayrağı bugün en çok kadınların elinde. Son olarak kadınlara neler söylemek istersiniz?
Açık ve örtük bir şiddet döneminden geçiyoruz. Muhtemelen bu şiddet daha da büyüyecek. Hatta okulu, üniversitesi, medyası, hukuku ile inşa edilecek. Ancak çoğunluğun bunu destekliyor olması, milyonların da buna karşı itirazlarını yükselteceği gerçeğini değiştirmez. Yeter ki ısrarlı bir biçimde itirazımızı yükseltmeye devam edelim. Her bir itirazımız bu sistemde çatlaklar açacak. Sonra o çatlaklar büyüyecek, birleşecek ve belki bir gün birlikte kıracaklar bu sistemi. Haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizliklere itiraz etmeye, çatlakları büyütmeye devam.
KÜNYE: O Gün, Nurcan Baysal, SRC Kitap, 376 Sayfa
O Sesler, Nurcan Baysal, SRC Kitap, 160 Sayfa
Editör: Ebru Pektaş
Düzelti: Sabâ Esin
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin
Seslendirme : Filiz Kılıç
Yazar Hakkında Bilgi
Okumaya, yazmaya, düşünmeye müptela. 2018'den beri İleri Haber sitesinde kitap eleştiri yazıları yazıyor. Yürüyerek kitap okumayı çok seviyor ve polisiye romanlarda katili hiçbir zaman bulamıyor.
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖