Söyleşi Gül Büyükbeşe 26 Nisan 2025
Hamide Rencüs 2011’de çatışmalar başladığından bu yana Suriye konusunda başvurduğumuz kaynak kişilerden biri… Yanı başımızda yaşananlar ve bunların Türkiye içine yansımaları o kadar acı ki, olan biteni anlamlandırabilmek için uzun süredir kaynağa ihtiyaç duyuyoruz. Çünkü uzun süredir haritada kucak kucağa yerleştiğimiz Ortadoğu’nun sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğini anlamak bile olanaksız. Acıyla izlediğimiz bu resimde zengin doğal kaynaklar ve emperyalist Batı’nın paylaşım savaşları, kanlı çatışmalar, kıyıcı katliamlar, acı çeken, horlanan, topluca katledilen, direnen, başkaldıran halklar var… Ve illa kadınlar… Acı bir yağ lekesi gibi yayılıyor.
Hamide Rencüs bütün bunları anlatabilmek için üç kitap yazdı; AKP’nin Suriye Savaşı, Tekmili Birden IŞİD ve Cihat Kıskacında Kadınlar.1 Kendisiyle Suriye Kadın Platformu’nun, Alevi kadınların Suriye’de uğradığı zulmü haykırmak için Samandağ’da düzenlediği ve çok yaygın bir katılım sağlanan eylemin hemen sonrasında konuştuk. Bize Suriye’de yaşanan Alevi katliamını, bu katliamı uluslararası kamuoyunun gündemine taşımak için çırpınan sivil oluşumları ve Suriye tarihi boyunca başkaldıran kadınları anlattı.
Kısa bir özet geçmek gerekirse; 2011 yılının Mart ayında Dera’da baş gösteren olaylarla tam 13 yıl sürecek Suriye İç Savaşı başladı. Emperyalist odakların müdahaleleri ile derinleşen ve soluk aldırmayan bir savaştı bu. Kayıtlar binlerce ölü, on binlerce yaralı, denizlerde, karayollarında hayatını kaybeden; ulaşabildiği yerde ise nefret öznesine dönüşen milyonlarca mülteciyi sıraladı ardı ardına. Kimileri ise kayıtlara bile giremeden yitip gitti bu emsalsiz kötülükte.
2024’e geldiğimizde tabloda önemli bir değişiklik oldu. Yıllardır İdlip’te konuşlanmış ve güç kazanmış cihatçı örgüt HTŞ çok kısa bir sürede Esat güçlerini alaşağı ederek Şam’ı ele geçirdi. HTŞ’nin Colani olarak bilinen lideri birkaç gün içinde Ahmed El Şara oluverdi ve dünyaya Suriye’deki çok parçalı, çok etnisiteli, çok dinli yapıyı bir araya getirebilecek bir tutkal olarak sunulmaya başlandı. Bu dönemde Güney’deki Dürziler İsrail güvencesi altına girdiler. Kürtler zaten ABD tarafından destekleniyorlardı. Hiçbir gücün desteğini arkasına almamış gruplar ise tehlikeye açık bir halde kalakaldılar. Özellikle de Esad’ın Alevi olması nedeniyle “rejim artığı” olarak nitelenip hedefe konan Aleviler… Önce Şam’dan tehcir edilen, sonra Hama ve Humus’un kırsallarında çok büyük bir kıyıma maruz kalan Aleviler ne yaşıyorlar, size onu sorarak başlayayım.
8 Aralık 2024’te Şam’ın düşmesiyle birlikte, ki gerçekten çok hızlı bir düşüş oldu, Alevilere dönük bir soykırım tehdidi hemen hissedildi. Bu beklenen bir şeydi. 2011’de Suriye’ye yönelik başlatılan cihat savaşının temel motivasyonlarından biri zaten buydu, o zaman da katliam çağrıları yapılıyordu. Burada önemli bir nokta var; daha ilk günlerden beri özellikle Alevi kadınlar hedef alınıyordu. Biliyoruz ki her savaşta kadın bedeni tıpkı toprak gibi sunulur. Tıpkı düşman toprağının ele geçirilmesi ve kirletilmesi gibi kadın bedeninin de ele geçirilmesi bir amaca dönüşür. Nitekim o dönemin fetvalarının temelinde de kadınların ganimet olarak alınabileceği, evlenmeden serbestçe ilişki kurulabileceği ya da kadınların cihat nikahı için kaçırılabileceği vardı. Suriyeli kadınlar 2011’den beri zaten bu cihadist ideolojinin hedefindedir zaten. Nitekim savunmasız Alevi toplumu içinde de ilk hedef kadınlar ve kız çocukları oldu.
Alevilere yönelik yağma, talan, yerinden etme, kaçırma, ölümle tehdit etme, küfürlerle aşağılama daha Aralık 2024’te, HTŞ’nin Şam’ı ele geçirmesi ile başladı. İlk hedef gösterilenler Şam’da yerleşik Alevilerdi. Başkentte yaşayan Aleviler bitmek bilmeyen tacizler sonunda sahil şeridine kaçmaya çabaladılar. Hama ve Humus kırsalındaki Alevi köylerine sistematik saldırılar da eşzamanlı olarak baş gösterdi.
Bu saldırıların sorumlusunun kim olduğu konusunda akıllar hayli karışık. Özellikle Batı basınında kontrol altına alınamayan ya da alınmayan yabancı milis güçlerinin olduğunu ve Alevi saldırılarının arkasında bu grupların olduğunu okuyoruz.
Evet, yabancı milisler var, doğru. Çünkü HTŞ de tıpkı IŞİD gibi çok milletli bir örgüttür. Hatta HTŞ bünyesinde sadece bir avuç Suriyeli vardır. Bizi bugüne getiren koşulları kısaca şöyle açıklayayım; biliyorsunuz İdlip 2015’te HTŞ, daha doğrusu o zamanki adıyla El Nusra Cephesi tarafından işgal edildi. Yabancı milis grupları da bu işgal hareketine ortak oldular. El Nusra, Suriye cephesindeki en deneyimli cihatçı örgüttü ve nihayetinde tüm cihatçı grupları kendi çatısı altında toplamayı başardı. Çeçenler, Uygurlar, Arnavutlar gibi yabancı milisler kendi gruplarını koruyarak Nusra Cephesine dahil olmuşlardı ve hatta bu grupların arasında Türkiye yanlısı onlarca yapı da vardı. İşte İdlip bu gruplar tarafından işgal edildi. Aralarında sadece Türkistaniler Cisr eş Şuğur’da kalıp orada şeriat düzeni kurma çabasına giriştiler ama onlar da Esat yanlısı güçlere karşı diğer gruplarla beraber savaştılar. Süreç içinde El Nusra Cephesi, Heyet Tahrir Eş Şam adını aldı.
2024 yılı Aralık ayında, Halep’in işgali için düğmeye basıldığında HTŞ içindeki grupların hepsi, tam bir ittifak halinde kuşatma harekâtına katıldılar. Şam şaşırtıcı bir biçimde birkaç gün içinde düştü. Şam işgal edilirken bütün bu gruplar HTŞ şemsiyesinde bir arada idi. Dolayısıyla bugün hiç kimse katliamların HTŞ tarafından yapılmadığını iddia edemez. Sistematik saldırılar ilk günden beri HTŞ’nin kamu görevlilerinin, polisinin gözü önünde olmuştur. Bu görevliler saldırıları bizzat gerçekleştiren maskeli şahıslara asla müdahale etmemiştir.
Tekrar Alevi katliamlarına dönersek, tehcir ve yağma ilk olarak Şam’daki Alevi mahallelerine yönelik olarak başladı. Saldırılar ardından Hama ve Humus’un Batı kırsallarına sıçradı. Bölgede çok kötü şeyler yaşanıyordu ama olayların neredeyse tümü karartıldı. Çok aleni olanlar ise Batı medyası tarafından münferit olaylar olarak haberleştirildi ve yaşananlarda HTŞ’nin bir sorumluluğu bulunmadığı yazıldı. Ta ki doğu kırsalındaki toplu kıyımlar görünür hale gelene kadar. Ocak ayına gelindiğinde özellikle El Fahir ve Meryamin köylerinde yaşananlar öyle bir boyuta gelmişti ki, artık kamuoyundan gizlenmesi mümkün değildi. Sadece bir köyden ve sadece bir gecede, kimilerine göre 53, kimilerine göre ise 58 kişi katledilmişti. Cenazeler ailelere verilmiyordu ve arkda kalanlar isyan ediyordu. HTŞ işte o zaman katliamları kabul etmek zorunda kaldı ve yönetimin Humus valisi halkı sakinleştirmek için köye gitti. Vali katliamı açıkça kabul etti, soruşturma yapmak ve cenazeleri teslim etmek üzere söz verdi.
HTŞ aslında militanlarına yaşanan olayları kayıt altına alma ve yayınlama yasağı getirmişti. Bu yasağa rağmen militanlar öldürdükleri Alevilerin fotoğraflarını çekip “cihadı başardık” naraları atmaya başladılar. Hızla yayılan bu fotoğraflar da katliamların kabul edilmesinde ve boyutlarının anlaşılmasında etkili oldu.
Yaşananların yavaş yavaş öğrenilmeye başlamış olmasına rağmen 7-8-9 Mart’ta sahil bölgesinde inanılmaz, insan olanın asla tanıklık etmek istemeyeceği olaylar yaşandı. Yerelde çoğunlukla medya bağlantısı yok. Suriye’ye giden diplomatların hiçbirisi Şam dışına çıkmadı, Colani’ye bir şans tanımak ısrarıyla sırtını sıvazlayıp ülkelerine geri döndüler. Oysa oluk oluk kan akmaktaydı Suriye’nin başka bölgelerinde.
Tablonun korkunçluğu hepimizi bunca etkilemişken, uluslararası toplumun sessizliğini kabullenmek çok zor. Peki bütün bunlar yaşanırken Birleşmiş Milletler ne yapıyordu gerçekten?
Bölgedeki silahsız, savunmasız Alevlerin talebi başından beri uluslararası koruma idi. Ama maalesef bu talep hep yok sayıldı. Katliamlar karanlıkta ve gözden uzakta sürdürüldüğü için Birleşmiş Milletler uzun süre iddiaların doğruluğundan emin olamadığını söyleyip durdu.
Fakat olan biteni duyurmak amacıyla kimi sivil yapılar da oluşturuldu, öyle değil mi?
Evet. Suriye’de Baskı Altındaki Topluluklar İçin İnsan Hakları İnisiyatifi adı altında bir oluşum vücuda getirildi. Dünyanın her yerindeki Alevi derneklerinin öncülük ettiği bir oluşum bu. Giderek büyüdü, çok önemli katılımlar sağlandı. Bu yapının içinde bölgedeki Süryaniler, Hıristiyanların farklı cemaatleri, Avrupa’daki Ermeniler, Ezidiler var. Duyarlı Avrupalı parlamenterler de bu oluşuma dahil oldu. İnisiyatif şu anda bir derneğe dönüşmüş ve Almanya’nın Mannheim şehrinde resmi olarak kurulmuş durumda.
Sahadan veri topluyorlar öyleyse…
Evet, sahadan doğrulanmış veriler topluyor, bilgileri raporluyorlar. Oluşan dosyaları parlamenterler, dış ilişkiler temsilcileri ve resmi kurumlarla paylaşıyorlar. Olaylar o kadar hızla arttı ki, veriler sürekli olarak güncellendi ve başvurular yapıldı.
Yani bir anlamda yaşananların bir katliam olduğunu kanıtlamaya çalışıyorsunuz.
Tabii ki. Burada özellikle vurgulamak istediğim bir şey var; Suriye’de bugün yaşananlar 1915 Ermeni Soykırımı’nın seyrine çok benziyor. Suriye, Aleviler konusunda tıpkı 2015’te Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermeniler için izlediği yolu izledi. Önce Alevi aydınlar hedef alındı, sonra Alevi devlet memurları kamu görevlerinden uzaklaştırıldılar, emekli olanların maaşları kesildi, bunu Alevi toplulukların topraksızlaştırılmaları, mülksüzleştirilmeleri izledi, sonra sıra tehcire geldi. Verileri yan yana getirince bu benzerlik de ayan beyan ortaya çıkmış oldu.
Yani bu insanların elinden en temel insan hakkı olan “hak sahibi olma hakkı” alındı.
Doğru. Bu insanlar hak sahibi olma hakkı ellerinden alınınca yaşam haklarından da soyunmuş oldular. Rejim böylece “sen Alevisin, nefes alma hakkın bile yok” demiş oluyor. Süreç içinde planlı adımlar atıldı. Mesela 6 Mart’ta sözde bir başkaldırı sahnelendi. Bu başkaldırı aşikâr bir provokasyondu ve Alevilere dönük saldırıları gerekçelendirmek için sahnelenmişti.
Türkiyeli yetkililer de olayların “eski rejimin artıklarının” başlattığı saldırılar sonucunda meydana geldiğini savundu.
Kim ki bu iddiaları böyle yüksek sesle dile getiriyor, olayların arkasında onların olduğunu düşünmemiz için yeterli neden var bence. Çünkü aslında rejim kalıntısı diye bir şey kalmadı artık. Bütün askerler teslim oldu ve tutuklandı. Eğer adil bir yargılama olacaksa ve bu adamlar suçlu iseler, zaten cezalarını çekecekler.
Peki Mannheim’de kuruluşu resmileşen inisiyatifin ne kazanımları oldu? Bu arada Rusya’nın da sürecin BM’ye taşınması için devrede olduğunu biliyorum.
İnatla ve sabırla dosyalarımızı hazırladık ve ulaşabildiğimiz bütün çevrelere sunduk. Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne bir dosya gönderildi. Suç duyuruları yapıldı. Nihayetinde Birleşmiş Milletler bir heyet oluşturmak zorunda kaldı. HTŞ, BM heyetinin sahil bölgesine gitmesinden önce nihayet kendi soruşturma heyetini oluşturdu. Bir anlamda katillerden bir soruşturma heyeti kurmuş oldu. Cesetler sokaklardan kepçelerle toplatıldı. Hiçbir dini ritüel olmaksızın, ölenlerin kimlikleri bilinmeden toplu mezarlara gömüldüler. Yanmış evler ve yanmış cesetler tümüyle yok edildi. Yani bir cürüm temizliği yapıldı. Birleşmiş Milletler temizlenmiş, suç kanıtlarından arındırılmış bir yere gelmiş oldu böylece. Heyet tanıkları dinledi, olayların münferit olmadığı kanısı oluştu ve sorumluların acilen soruşturulması eğilimi ortaya çıktı. Konu nihayetinde Güvenlik Konseyi’ne taşındı. Konsey sivillere yönelik şiddetin kınanması, faillerin bulunup adalete teslim edilmesi ve sivillerin herhangi bir ayrım gözetilmeksizin korunması konusunda uzlaştı. Olayları kınayan bir Başkanlık açıklaması da oybirliği ile kabul edildi. Böylece katliam kayıtlara geçmiş oldu. Avrupa’daki parlamenterler de böylece hareketlendiler. Tabii bütün bunlar olurken, Alevi dernekleri de boş durmadı, Avrupa parlamentosu önünde eylemler yaptılar, dosyalar sundular. Nihayetinde dikkat çekmeyi başardılar. Örneğin Avrupa Parlamentosu’nda Yunan bir parlamenter var. O bu meselenin çok üstüne gidiyor, sürekli gündemde tutuyor. Cenevre’deki Suriye Demokratik İnisiyatifi ise diğer koldan çalıştı ve tanıklarla görüştükten sonra birkaç oturumunu sahildeki katliamlara ayırarak meseleyi görünür kıldı. Bütün bu çabalar sonucunda Hollanda Parlamentosu bu meseleyi uzun uzadıya tartıştı. Yani sonuç olarak Alevi katliamı artık bilinir, görülür hale geldi. Sivil örgütlerin sayesinde oldu bu. Medya da artık tanıklıklara başvuruyor, tanıkların hikayelerini yayınlıyor.
Çaba gösterilmesine gösteriliyor, çok yol alındığını kabul etmek lazım ama hâlâ Rusya’nın Lazkiye’ye yakın Hmeymim Hava Üssüne sığınmış yaklaşık 4700 Alevi var. Hâlâ oradalar, uluslararası koruma gelmeden üsten ayrılmayacaklarını söylüyorlar. Çareyi Lübnan’a kaçmakta bulmuş Aleviler var, sahil bölgesinin dağlık alanlarında saklanan binlerce Alevi var. Çünkü aslında tehdit olduğu gibi devam ediyor ve bölgeyi Alevisizleştirme planı tıkır tıkır işliyor.
Suriye’de 2011’de başlayan ayaklanma, daha ilk andan itibaren Selefi bir ayaklanma idi demek sanırım yanlış olmaz. Dolayısıyla daha ilk günden kadına, kadın bedenine, kadın aklına düşman bir hareket bu. Haliyle bu cihatçı kuşatmaya karşı ilk günden başlayarak kadınların da bir direnişi oldu. Sizden bugünün korkunç tablosunu dinledikten sonra biraz nefes alabilmek için özellikle bunu anlatmanızı rica ediyorum. Çünkü biliyoruz ki kadınlar baskıya itiraz eder. İtiraz etmekle de kalmaz, eyleme geçer. Kürt kadınların efsanevi tugayı YPJ’yi zaten biliyoruz. Özellikle IŞİD kuşatması altında iken gösterdikleri cesaret bütün dünyanın takdirini kazandı. Fakat Suriye kadınının direnişi bundan ibaret değil, Cihad Kıskacında Kadınlar isimli kitabınızdan başka direnişler de öğreniyoruz. Bize bu direnişleri anlatabilir misiniz?
Bugünün saldırganlığından da direniş öyküleri çıkacak, önce onu söyleyeyim. Çünkü bu toprakların kadını bu Selefi gömleğe sığmaz. Önce bu inanç sistemine ilişkin birkaç şey söylemek isterim. Selefi inanca göre kadının toplumda yeri yoktur. Dinde dahi yeri yoktur. Selefilik zaman zaman reformlardan geçti ve kadını cihat için savaştırabiliriz noktasına geldi.
IŞİD’in kadın tugayı El Hanza mesela… El Kaide’de de kadın tugayları var. Cihadist Selefilik için hayli ayrıksı duruyor, haklısınız.
Doğru, cihadist Selefiler kadının savaşta erkeğin yanında yer almasını bir ilerici hamle olarak yansıttı. Şuranın iyice anlaşılması lazım; Selefilerin neredeyse tek motivasyonu vardır, kendisinden olmayanı tekfir edip öldürmek. Üstelik bu ideolojinin beslendiği nefret, cinsiyetleri kesen bir duygudur, kadınında da vardır bu nefret, erkeğinde de… İbn Teymiyye’den beri böyledir bu. Tekfir Teymiyye’nin 1300 yıllarında verdiği fetvalara dayanır. Tekfir edip öldürdükleri ise sanılmasın ki gayrimüslimlerdir. Hayır, tekfir edilenler Aleviler, Şiiler, İsmaililer, Caferiler’dir. Hatta kendilerinin mezhebinden olmasına rağmen, Suriye’de cihata katılmadıkları, Esat’ın yanında yer aldıkları için Sünnileri de katlettikleri oldu. Tekfirci bakış deniyor buna. Yani kimi tekfir ederlerse, o mürteddir ve dolayısıyla katli vaciptir.
Selefilerin kadına bakışı da bu tekfirci bakışla benzerdir. Kadın onlar için bir metadır. Söyleşinin başında söylediğim gibi kadın algısı toprak algısıyla örtüşür. Mürted kadının kirletilmesi farzdır.
Şu anda Suriye’de bu bakış aynen geçerli. O kadar çok kadın kaçırılıyor ki. IŞİD’in Ezidilere yaptığının neredeyse aynısı Alevi kadınlara yapılıyor. Kadınlar kaçırılıyor, satılıyorlar. Kadınların izini süren pek çok araştırmadan da görüyoruz ki, birçoğu Suriye dışına çıkartılmış bile.
Hâlâ köle pazarları kuruluyor mu peki?
Köle pazarlarını somut olarak tespit edemedik. Ama biliyoruz ki kadınlar kaçırılıyor. Bildiğimiz kadarıyla İdlib’e götürülüyorlar. Alıcılar Türkiye’den ulaşıyorlar bu kadınlara. Bu alışverişin Signal uygulaması üzerinden yapıldığı da tespit edildi. Bunu da ağa dahil olmuş ama bu yazışmalardan rahatsız olan vicdanlı kişiler yazışmaları sızdırdıkları için anlayabildik. Kimi yazışmaları bu sayede gördük. Gördüklerimiz anlatılır gibi değil. Günümüzde bu ilkel, adi, vahşi bakış açısıyla kadınlar pazarlanıyor. İşte devrim dedikleri maalesef budur.
Yanı başımızda yaşanan bütün bu akıl almaz olaylar laikliğin neden hava kadar, su kadar gerekli olduğunu anlatıyor bize.
Çok haklısınız. Aslında savaştan önce Suriye’nin Ortadoğu’nun tek laik ülkesi olduğunu da vurgulamak gerekiyor. IŞİD Şengal’e gidene kadar girdiği bölgelerde bütün kadınlara bunu yaptı. Şengal’i ise artık bilmeyen yoktur diye düşünüyorum. Ezidi kadınları köle pazarlarında sattılar, fiyatlarını boyunlarına astılar. Bugün belki köle pazarları fiziksel olarak kurulmuyor. Alevi kadınlar belki pazarlarda satılmıyor ama platformlar üzerinden satılıyorlar. Ulaşabildiğimiz bütün olayları duyuruyoruz. Bilinirse, belki bir baskı oluşur ve kadınları serbest bırakırlar diye umarak yapıyoruz bunu.
Yaşanan bunca şeyden sonra rahatlıkla söyleyebilirim ki, Alevi kadınların bu rejimi ve bu koşulları kabul etmesi söz konusu bile değildir. Bu rejim aslında Suriye’nin bütününe de uygun değil. Hatta Sünnilerin bile bu koşulları kabul etmesi mümkün değil. Suriye’de farklı kimliklerin ve inançların bir arada, özgürce yaşaması ancak laiklikle sağlanabilir. Laiklik dışında baskıcı bir Selefi ya da ihvancı anlayışın Suriye’de kalıcı olabilmesini ben mümkün görmüyorum. Ve inanıyorum ki çok yakında kadınların haykırışını ve erkekleri de ayağa kaldırışını göreceğiz. HTŞ iktidara geldiğinden bu yana hayata geçirilen tüm eylemlerde kadınlar başı çekti zaten, Emevi Camii’nde laiklik mitingi, işten çıkartılan kadınların eylemleri, tutuklanan asker evlatları için sokağa çıkan kadınlar. Kadınlar tüm bunları arkalarını dayadıkları hiçbir çevre ya da güç olmamasına aldırmadan yaptılar. Daha geçen hafta sokaklarda “biz rejim artığı değiliz” haykırışlarıyla bildiri dağıtanlar yine kadınlardı. 2011’den önce ve sonra gördüğümüz, kadınların köklerinde olan direnci yakında göreceğiz, buna kesinlikle inanıyorum.
Bu direnişleri konuşup umut içinde bitirsek söyleşimizi…
Başından beri Selefi karakterli olduğu belli olan o ilk isyanlardan sonra Alevi ve Hıristiyanların yoğun olarak yaşadığı sahil bölgesinde erkenden harekete geçildi ve mahalle komiteleri kuruldu. Bu komitelerde hem kadınlar ve hem de erkekler vardı. Savaş boyutlanıp erkekler cepheye gidince mahalleleri koruyanlar kadınlar oldu. Bu kadınlar askeri eğitimlerini de aldılar, keskin nişancı oldular. Herhangi bir cihatçının, herhangi bir intihar bombacısının mahallelerine girmelerine izin vermeyenler yine bu kadınlar oldu.
2011’de Dera’da ilk olaylar patlak verdiğinde ilk tepki gösteren de kadınlar oldu. Yanılıyor muyum?
Doğru. Suriye’nin bütün kadınları, laik Sünniler başta olmak üzere bu savaşa karşı olduklarını beyan etmek için ayağa kalktılar ve çok radikal bir eyleme imza attılar; Emevi Meydanı’nda oturma eylemi yaptılar. Bu eylem çağrısını yapanlar avukat, mühendis, öğretim üyesi, sanatçı kadınlardı. Yani toplumun aydın yüzü idi bu kadınlar. Oturma eyleminin ardından da saçlarını açtılar ve kestiler… Yüzlerce kadın. Şunu muhakkak vurgulamam gerekir; Suriye’de bir kadının saçını kesmesi çok önemli bir ritüel, bir başkaldırıdır. Ve aynı zamanda bir direniş çağrısıdır. Bu coğrafyanın kültürüdür bu. Eğer bir kadın saçını keser ve yerden almazsa, bunun anlamı şudur; onurum için gerekirse kendimi feda ederim. Arap kültüründe, özellikle Lübnan ve Suriye’de bir kadın saçını kesip yere attıysa, bunun geri dönüşü yoktur. “Onurum ve bu topraklar için ölümüne kadar mücadele edeceğim. Ey erkekler, ayağa kalkıyor musunuz?” Bahsettiğim eylemin anlamı kısaca buydu. Lübnanlı kadınlar da Suriyeli kadınların eylemini desteklemek için saçlarını kesip, zarflara koyup dağıttılar. Onlar da “Suriye için ayağa kalkın!” demek istiyorlardı.
Düzenli bir ordu anlayışı ile hareket eden YPJ kurulana kadar, Kürt kadınlar da, Alevi kadınlar da, Hıristiyan ve Sünni kadınlar da bu kadın direnişinin içindeydi. Bütün kadınlar da topyekûn savaşın içindeydi!
O halde, kadınların bugün de, yarın da ayağa kalkıp direneceğini bilerek, söyleşimizi sizin kitabınızdan öğrendiğim bir Suriye atasözü ile noktalayalım:
“Kadınların öfkesi patlarsa eğer, önündeki duvarları deler geçer.”
Teşekkür ederiz sevgili Hamide Rencüs.
Editör: Şöhret Baltaş
Düzelti: Şöhret Baltaş
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Sinem Yıldız
Seslendirme: Filiz Kılıç, Figen Algül
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖