Serbest Kürsü Ezgi Duman 24 Mayıs 2024
Ben yine de sadece sorayım, herkese: Toplumsal hiyerarşiler bizleri müştereken keser, nekrosiyasi iktidarlar, kimi zaman ufak kimi zaman bariz ve kitlesel şekilde ölümü hayatımıza zerk edip edip bizi uyuturken, tüm bu uyutmalara karşı çıkıp pay isteyenler, siyasal özne olma mücadelesi verenler ve de köpekler terörist ilan edilirken bu katliama sessiz kalabilir miyiz?
Hâlihazırda içinde yaşadığımız erkek egemen kapitalist sistemin geldiği aşama, tam da kendi fıtratına uygun bir biçimde nekrosiyasi çağ olarak deneyimleniyor. Bu bahisle, ancak yaşamla ölüm arası mıntıkalarda siyasal (öznellikler) olarak kurulmamız isteniyor. Buradaki hareket noktası elbette ve her şeyden evvel, kâr sağlamayan her şeyin yok edilebileceği ve hatta edilmesi gerektiğine dair kapitalist mantık. Aksi bir durum söz konusuysa, yani o yaşam, sermaye birikimi ve sistemin bekası açısından değerliyse asgari de olsa o canlı yaşatılmalı, “nesne” temin edilmeli. Hâliyle bir kısım insanın ölüme maruz bırakılarak ekonomik ve siyasi açıdan kitlelerin yönetilmesi olarak da ifade edilen nekrosiyaset aynı zamanda nekroekonomidir. Düzeltelim, daha doğrusu bükelim; hâliyle bir kısım canlının ölüme maruz bırakılarak ekonomik ve siyasi açıdan kitlelerin yönetilmesi olarak da ifade edilen nekrosiyaset aynı zamanda nekroekonomidir.
Nekrosiyaset hepimizin yaşamlarını kat etmekte ancak bu “biz”, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ndeki herkesi aynı düzeyde kapsayamaz, zira yaşam ve bu bahisle ölümden payımıza düşen, toplumsal hiyerarşiler zemininde dağıtılmakta. Hak-hukuk ve sair hususlar da bu bağlamda inşa edilmekte ve dönüşmekte. Evet, hukuk uzun yıllardır, – Antigone’den beri – insanların zaten siyasi iktidarlardan da evvel, sırf insan olmanın bir gereği ve neticesi olarak onur sahibi ve bu yüzden değerli varlıklar olduğunu iddia eder. Fakat, hayır, siyasi iktidarlar üstelik çoğu kez aynı hukuku kendisine payanda yaparak, toplumsal hiyerarşiler zemininde ayrıştırılmış insan kitlelerinin yaşamına – Kreon’dan beri – değer biçer ve öldürme hakkını da yaşam üzerindeki iktidarını da bu bağlamda kullanır. İnsan olamayan canlılara düşen zaten hiyerarşinin en alt katmanıdır, hatta belki orası bir katman bile değildir, zira antik çağlardan bugün iddia odur ki insan olmayan her şey insan için yaratılmıştır.
Tekrar insanlara dönecek olursam; hâliyle insan hakları metinlerine ve söylemlerine göre vaziyet farklı görünse de yaşam hakkı da dahil olmak üzere haklardan eşit pay almıyoruz ve bu yüzden birileri hakları için mücadele etmek zorunda kalıyor. Mesela kadınlar… Bu pay dağıtım mekanizması aynı zamanda erkek egemen olduğundandır ki maruz kaldığımız şey aynı zamanda cinsiyetlendirilmiş nekrosiyasettir. Mevcut düzeneğin bekası için her şeyden evvel nüfuslar planlanmak ve yönetilmek, hiyerarşikleştirilmek zorundadır. Bir taraftan “işe yaramaz” nüfuslar tespit edilmeli ve değersiz yaşamlar olarak kurulmalı, diğer taraftan emek gittikçe ucuzlaşmalı, en ucuza maksimum fayda elde edilecek şekilde üretim ve tüketim ilişkileri düzenlenmeli. Yaşamın ölüme ve sermayeye tabii kılındığı kapitalist sistemde, kadının yaşamıyla bedeni de göç gibi hak ve özgürlük değil, müdahale ve şiddet alanıdır. Nitekim nekrosiyaset bedenleri ve toplumsal varoluşları değersizleştirerek nesneleştiren, sosyal, ekonomik ve simgesel şiddet vasıtasıyla da hayata geçmektedir.
Bugün gittikçe yükselen “aileci” söylemler ve anti-gender hareketler, bedenlerimiz üzerinde gittikçe artan tahakküm, kürtaja dair getirilen yasaklar, kadın cinayetlerinin cezasızlıkla karşılanması derken, (Filistinli kadınlar hariç) şimdilerde ve henüz savaş, soykırım gibi fiillerle kitlesel olarak öldürülmesek ve henüz köpeklere karşı harekete geçildiği gibi bizi uyutmak için siyasi iktidarlar topyekûn harekete geçmemiş olsa da biz kadınlara yaşam ve ölüm arası bir yerde olmak dayatılıyor. Hele de aile içerisinde, anne olarak kurulmayı, kapitalist yeniden üretim için işe yarar makbul kadınlar olmayı kabul etmediğimiz, yani aykırı, suçlu olarak kodlandığımız sürece yaşamlarımız bir hayli değersiz. 2008 ekonomik kriziyle ataerkinin krizinin birleştiği bu tarihsel momentte, İstanbul Sözleşmesi gibi metinler geri çekilir, kadın ve LGBTİ+ düşmanı yasalar öne çıkarken, yaşamlarımız gittikçe daha çıplak, bedenlerimiz gittikçe müdahaleye daha açık hâle geliyor. Üstelik bütün bu olup bitenler kapalı kapılar ardında değil, bilakis oy toplama aracı olarak alenen vuku bulmakta. Türkiye’de bunu bir süredir yakinen deneyimliyoruz: LGBTİ+ ve kadın hareketine yönelik nefret söylemleri, şiddet teşvikleri bir seçim kampanyası aracına dönüşmüş hâlde.
Bu hâl içerisinde bir de adalet ve siyaset hakkında sadece susturuldukları için değil ehil olmadıkları için de konuşamayanlar var. Ancak ses çıkarabilenler, bakabilenler, tam gözümüzün içine bakabilenler ve bu şekilde hak-hukuk değilse de sorumluluk, sadece etik değil siyasi sorumluluk talep edebilenler var. Yine ve tam da bu nekrosiyaset çağında, kapitalist ve erkek egemen olduğu kadar insan merkezci de olan sistemde, kâr getirdiği sürece topyekûn öldürülen, kâr getirmediği sürece de duruma göre azar azar veya topluca “uyutulan”, adına bizim “hayvan” dediklerimiz var. Kadınların ve LGBTİ+’lar gibi yaşamları değersiz görülen, 2001’den beri yeniden ve günden güne yükselen “anti-terör” söylemlerine dahil edilen köpekler var, adına “köpek” dediklerimiz var.
Bir süredir Yeniden Refah Partisi gibi partilerin gündemleri arasındaydı ve hatta seçim kampanyalarının bir parçasıydı; “cümle ahlâksızlıklar”la beraber “köpek terörü”. 20 Mayıs itibariyle hükümet de bu konuda harekete geçmiş görünüyor. Hâlihazırda sürekli ihlal edilen Hayvanları Koruma Kanunu belli ki hayvanları yok etme kanununa dönüştürülmek isteniyor. Bu dönüşüm gerçekleşirse sokak hayvanlarına karşı bu kez azar azar değil topyekûn bir uyutma yani öldürme siyaseti uygulanacak. Belli ki icap eden hesaplamalar yapılmış ve mevcut kanuna göre yapılması gereken kısırlaştırma işlemlerinin çok maliyetli olduğu neticesine varılmış. Nihayetinde canlıların yaşamının değil maliyet hesaplarının kutsal olduğu bir çağ bizimkisi. Bu bahisle ve nekrosiyasi norm düzeneğinde haklar gibi tabî ve kamusal kaynaklar da herkese eşit dağıtılmamakta, herkese ederi kadar veya ederine göre dağıtılmakta. Sokak köpeklerinin ederi ve değeri bu düzenekte ve içinde bulunduğumuz vaziyette demek ki bu kadar! Hükümet hiçbir zaman tam ve yasaya uygun olarak gerçekleştirilmemiş kısırlaştırma vb. maliyetlerinden kurtulacağı gibi bir de bizim sol mahallemizin bile kısmi de olsa kapıldığı bir takım kaygı ve buna bağlı gelişen nefret duygularına hitap etmiş olacak.
Bu yasa değişikliği geçerse köpekler “bir köpek gibi”, yani Kafka’nın K.’si misali bir hukuk öznesi olmaksızın öldürülecekler. Üstelik bu haksızlık diyemeyecekler belki de demeyecekler. Bu yasa çıkmasın diye, cezasızlığa karşı gerçek adaleti, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeye karşı yaşamı savunan biz kadınlar, vicdani ve insani değil mücadeleci duyarlılık ve çabamızla orada olacağız, olmak zorundayız. Dayanışmanın kıymetini ve bu bahisle dayanışmamanın maliyetini en iyi bilenlerdeniz.
Ben yine de sadece sorayım, herkese: Toplumsal hiyerarşiler bizleri müştereken keser, nekrosiyasi iktidarlar, kimi zaman ufak kimi zaman bariz ve kitlesel şekilde ölümü hayatımıza zerk edip edip bizi uyuturken, tüm bu uyutmalara karşı çıkıp pay isteyenler, siyasal özne olma mücadelesi verenler ve de köpekler terörist ilan edilirken bu katliama sessiz kalabilir miyiz?
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖