Background

Kurbağanın Suyu Isınıyor: Şer’i Hukuka Sinsi Adımlar…

Türkiye’de uzun süredir yaşadığımız toplumsal ve siyasal dönüşüm, birdenbire değil, yavaş ve sistematik bir şekilde gerçekleşti. Bu dönüşümü anlatmak için sık sık başvurduğum meşhur bir metafor var: Altında mum yanan, içi su dolu bir kabın içindeki kurbağa hikâyesi. Su ısındıkça kurbağa, değişimi fark etmeden içinde kalmaya devam eder, sıcaklık belirli bir noktayı geçtiğinde ise artık sıçrayacak gücü kalmamıştır. Oysa aynı kurbağayı sıcak suya direkt koysanız, derhal sıçrayıp kaçar. Bizler de, Cumhuriyet’in laik hukuk sisteminden şer’i hukuka dayalı, kadınların kazanılmış haklarını birer birer aşındıran bir düzene doğru kayarken, bu sürecin aşamalı niteliği nedeniyle “ısınan suyu” çoğu zaman yeterince fark edemedik. Oysa içinde bulunduğumuz aşama, artık sıçramamız gereken kritik bir noktaya geldiğimizi gösteriyor.

Cumhuriyet’in kadınlar için sağladığı medeni haklar, laiklik ilkesiyle birlikte tarihsel bir sıçramayı temsil etmişti. Bu haklar, kusursuz olmasa da, kadınların toplumsal yaşamın öznesi olabilmeleri açısından önemli bir çerçeve sunuyordu. Bugün ise, bu kazanımların birçoğu doğrudan değil ama “sessizce” ve adım adım geri alınmakta. Eğitimden aile hukukuna, kamusal görünürlükten temel yaşam haklarına kadar birçok alanda, laiklik ilkesinin içi boşaltılırken, kadınlar hedef alınan ilk kesimlerden biri oldu. Bu süreç, ne yazık ki birçoğumuz tarafından, kurbağanın suyu gibi, gündelik hayatın akışı içinde yeterince fark edilmeden yaşandı, yaşanıyor.

Laiklik ilkesinin aşındırılması ve şer’i referanslı bir hukuki–toplumsal düzenin parça parça yerleştirilmesi, özellikle kadın hakları alanında kendini belirgin biçimde gösteriyor. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı bunun en çarpıcı örneklerinden biri oldu. Kadına yönelik şiddetle mücadelede uluslararası bir zemini temsil eden bu sözleşmeden çıkılması, yalnızca bir “hukuki tercihten” ibaret değildi; kadına yönelik şiddetin politik bir mesele olduğunun inkârıydı. Nafaka hakkına yönelik saldırılar, kürtaj fiilen yasaklanmasa da erişimin neredeyse imkânsız hale getirilmesi, karma eğitimin zayıflatılması gibi uygulamalar bu sürecin parçalarıdır.

Kamusal yaşamda kadınlara yönelik baskı, yalnızca yasal düzenlemelerle değil, fiili uygulamalarla da derinleşti. Nikâh ve aile hayatında dini kuralların teşvik edilmesi, “kutsal aile” anlatıları, kamusal alanda dinsel sembollerin devlet eliyle yeniden merkezî hale getirilmesi, kadınların görünürlüğünün sınırlandırılması gibi adımlar, seküler hukukun yerine dinsel normların ikame edildiği yeni bir toplumsal düzen inşa ediyor.

“AKP rejimi kadını ikinci sınıf insana indirgeyen her türlü resmi, devletli söylem ve uygulamaydı; laikliğin yok edilmesiydi, fiili kürtaj yasaklarıydı, yaşam tarzı müdahalelerine, yaşam hakkına kasıtlara cezasızlıktı, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmekti, Medeni Kanun’a, 6284’e göz dikilmesiydi. Yoksulluğu bir de bu cenderede yaşamaktı.

Dolayısıyla tırmanan sınıfsal sancıların hangi siyasal kılıklarla karşımıza çıkacağı, şifresi baştan çözülmüş bir konu değildir.”1

Bu tespitler, yaşananların “geçici bir muhafazakâr sapma” değil, sistematik bir rejim dönüşümü olduğuna işaret ediyor.

Aynı zamanda mevcut iktidarın ülkeyi bir iç sömürge alanı gibi gördüğüne ve “iktidarla iç içe bir elit grubun, Türkiye’yi sömürgeleştirmiş durumda” olduğuna tanıklık ediyoruz.2

Hakların sinsice geri alınmasıyla aynı dönemde, Türkiye halkı —özellikle kadınlar ve zaten yoksul olan kesimler— tarihte görülmemiş bir yoksullaşma süreciyle karşı karşıya kaldı. Son birkaç yılda yaşanan yüksek enflasyon, özellikle gıda ve barınma fiyatlarındaki artış, Türkiye’yi dünya ortalamasının çok üzerine taşıdı. Gıda enflasyonu birçok Avrupa ülkesinin 3–4 katına ulaşırken, kira artışları büyük kentlerde asgari ücretin neredeyse tamamını yutacak seviyelere geldi.

Bu tablo, yalnızca ekonomik bir kriz değil; aynı zamanda siyasi bir tercihin sonucudur. Kamu kaynaklarının sermaye gruplarına aktarılması, sosyal devletin tasfiyesi ve emekçi kesimlerin örgütlenme alanlarının daraltılmasıyla birlikte, kadınlar iki kat ezilmektedir; hem işgücü piyasasında düşük ücretlerle hem de ev içinde ücretsiz emekle.
Hakların geri alınması ile ekonomik çöküş arasındaki bağ rastlantısal değildir.

Kadınların ekonomik bağımsızlığını sağlayan laik-medeni hakların zayıflaması, onları aileye ve dini cemaat yapılarına daha fazla bağımlı kılarken, ekonomik kriz de bu bağımlılığı daha da derinleştiriyor. Örneğin, nafaka hakkının sınırlandırılması, boşanmak isteyen kadınların ekonomik olarak hayatta kalma şansını azaltıyor. Kürtaj erişiminin fiilen engellenmesi, kadınların bedeni üzerinde söz hakkını sınırlarken, yoksullukla birleşince bu durum tam bir çıkmaza dönüşüyor.

Bunca işsizlik varken, erkeklerin işi olsun, kadınlar da evde, O’nların sabah temiz ve sağlıklı bir enerjiyle işe gitmelerini sağlasın, daha ne istiyorsunuz deniliyor! Kadın için zahmetsiz ve mutlu bir “kutsal aile” tablosu çiziliyor ama gerçek hayat, öyle reklam filmlerindeki gibi temiz, bakımlı, çok güzel ama çamaşır-bulaşık yıkayan sarışın kadın şeklinde seyretmiyor, özellikle yoksul kesim için…

Dünyada ve Türkiye’de tanık olduğumuz son yıllarda burjuvazinin, feodal veya dinsel düzeni tasfiye etmek yerine, onun öğelerini yeniden kullanıma sokuyor olduğu. Tarihsel olarak ilerici aydınlanmacı fikirler bakımından geçmişte burjuvaziye hizmet eden Aydınlanma dönemi fikirleri, artık onun işine pek yaramıyor olsa gerek ki dinsel ideoloji, emekçi sınıfları bölmek, kadınların bağımsızlığını kırmak ve itaat kültürünü derinleştirmek için allanıp pullanıp önümüze geliyor.

Bu nedenle, yaşananlar basit bir “geriye dönüş” değil; otoriter neoliberalizmin dinsel kodlarla yeni bir hegemonya kurma girişimi, bir “karşı devrim”dir. Bu, aynı zamanda bir karşı aydınlanma sürecidir. Cumhuriyet’in laiklik ve medeni hukuk temelinde attığı ilerici adımlar, sermaye sınıfının çıkarlarıyla uyuşmadığı noktada budanıyor, yeniden şekillendiriliyor.

Su artık kaynama noktasına yaklaşmış durumda. Laikliğin içinin boşaltılması, kadın haklarının adım adım geri alınması, ekonomik krizle birleşince toplumun geniş kesimlerini sessiz bir teslimiyete itiyor. Oysa tam da bu noktada, sıçramak gerekiyor: fark etmek, adlandırmak, afişe etmek ve örgütlü bir şekilde direnmek.

Kadınlar, bu sürecin hem ilk hedefi hem de en güçlü direniş odağıdır. Cumhuriyetin laik kazanımları kadınların bedeni, emeği ve yaşamı üzerinde somutlaştığı için, bu alanların savunusu aynı zamanda bir özgürlük mücadelesidir. Bugün yapılması gereken, kazanımların kaybına üzülmekle yetinmek değil; bu kaybın politik ve sınıfsal niteliğini teşhir ederek mücadeleyi büyütmektir.

Laiklik, yalnızca bir devlet ilkesi değil; kadınlar için, emekçiler için, özgürlük isteyen herkes için bir yaşam meselesidir. Suyun kaynadığını fark etmek ve sıçramak, geleceğimizi belirleyecek en kritik adımdır.
Sınıfsal perspektif ve örgütlülükle beslenen kadın hareketi, geçmişte olduğu gibi bugün de sudan sıçramayı başaracaktır.

Dipnotlar:

  1. Ebru Pektaş. “Geçim Sorunundan Rejim sorununa Seçimler ve Biz”, Kadın Vardiyası, 16 Nisan 2024
    ↩︎
  2. Alan- Can Soyer’le söyleşi. https://youtu.be/yEEaFs6P1sc?si=fvsDw5bCmwNIcP7p ↩︎
Editör: Gül Büyükbeşe
Düzelti: Gül Büyükbeşe
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Sinem Yıldız, Seda Bedestenci Yegâne
Seslendirme: Seda Bedestenci Yegâne

Kadın Vardiyası – 2023
Bize Ulaşın: [email protected]

Login to enjoy full advantages

Please login or subscribe to continue.

Go Premium!

Enjoy the full advantage of the premium access.

Takipten Çık:

Takipten Çık Vazgeç

Cancel subscription

Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.

Go back Confirm cancellation