Serbest Kürsü Kübra Evliyaoğlu 16 Eylül 2025
İnsanın en büyük trajedisi, kendi zincirini başkasına takmasıdır.
Bir gözlem mi, bir deneyim mi, yoksa sadece toplumsal bir sancı mı… Kim bilebilir? Belki kalabalık bir düğünde, yüzlerin arasına sinmiş o tuhaf mesafeden; belki sabah işe yetişmeye çalışan çiftlerin yan yana ama birbirinden uzak yürüyüşünden; belki de yıllardır kimsenin yüksek sesle dile getirmediği bir gizlenmişlikten sızıyor bu his. Belki de yaşadım… Çünkü bazen bir bakış, bir el sıkışma, bir yan yana duruş bile toplumun bütün ağırlığını taşıyabilir.
Kadınlar bazen yan yana yürür erkeklerle; ama o yan yana oluş, hep bir şeyin üzerini örter gibidir. Bir gülüş, bir fotoğraf, bir evlilik belgesi. Yalnızca iki insanı değil, bir toplumsal baskının yükünü de taşır o görüntü. Erkek, kendi yönelimini saklamak ya da toplumla arasındaki mesafeyi kapatmak için kadını yanına alır; toplum ise bu yan yana yürüyüşü “normal”in kanıtı sayar. Böylece yan yana yürümek, aslında ayrı ayrı düşmek anlamına gelir.
Her maske, hakikati gizlediği kadar ona işaret eder.
Ve böylece kadın, sevilen bir özne olmaktan çok, başkasının korkusunu gizleyen bir perdeye dönüşür. Onun bedeni, bir hakikati saklamanın bedeli olur. Onun ruhu, başkasının zincirini taşır. Bir erkeğin kendi içsel esaretinden kaçışı, kadının gündelik hayatının yükü haline gelir. Kadın, başkasının sırrını korumak için kendi varlığını görünmez kılmaya zorlanır.
Burada erkek mağdurdur ve aynı zamanda faildir. Mağdurdur çünkü toplum kendi gerçeğini yaşamasına izin vermez. Faildir çünkü kendisine yönelen baskıyı, en yakındaki kadının hayatına yansıtır. Bir zincir kendi bileklerinden çözülürken onun bileklerine vurulur. Erkek kendi korkusunu “aile” denen kalıbın içine sıkıştırırken, kadın o kalıbın çerçevesi olur.
Görünürlük, özgürlüğün değil; çoğu zaman toplumun ipoteğidir.
Bu hikâyenin asıl yazarıysa sistemin ta kendisidir: yönelimleri yasaklayan, tek geçer yol olarak heteroseksüel evliliği dayatan, kadını hem kutsal bir “namus” hem de kullanılabilir bir maske ilan eden düzen. Bu düzenin tiyatrosunda herkesin rolü bellidir: Erkek sahnede başrol oynar, kadın hem dekor, hem perde, hem de seyircinin gözünü kandıran bir illüzyon. Erkek de, kadın da aynı baskının kurbanıdır; ama baskı her defasında kadının üzerinden meşrulaştırılır.
Tarih boyunca bunun örnekleri sayısızdır. Oscar Wilde’ın evliliği, edebiyat tarihine bir aşk olarak değil, toplumun yazdığı bir senaryo olarak geçti. Constance Lloyd, yalnızca bir eş değil, Wilde’ın üzerini örten bir perde haline getirildi. Hollywood’un altın çağında Rock Hudson, perdede kahramandı; evinde ise eşi, onun kırılgan imajını ayakta tutan bir vitrine dönüştürüldü. Broadway’in en büyük bestecilerinden Cole Porter da, Linda Lee Thomas’ın varlığıyla toplumsal onay aldı; Linda, onun değil, toplumun ihtiyaç duyduğu maskeydi. Cambridge’in parlak zekâsı John Maynard Keynes, bütün ömrünü ekonomi kuramlarına adarken, Lydia Lopokova onun yalnızca eşi değil, kamusal düzenin tamamlayıcı yüzüydü. Çaykovski’nin kısa ve sancılı evliliği, bestelerindeki coşkunun tam tersine, Antonina Milyukova için bir mahkûmiyet olmuştu; onun omuzlarına yüklenen, yalnızca bir evlilik değil, bir sanatçının korkusunun bedeliydi.
Sanat dünyasında aynı sahne defalarca kuruldu. Andy Warhol’un yanındaki kadınlar, onun hayatını değil, toplumun beklentilerini süsledi. James Dean’in yanında görülen kadınlar, sinema stüdyolarının inşa ettiği “asi ama maskülen” imajın aksesuarıydı. Frederic Chopin’in adı çoğu zaman George Sand’la birlikte anıldı; ama bu birliktelik de Chopin’in sanatının öznelliğini değil, toplumun ona biçtiği “normal” rolü büyüttü. (George Sand, erkek adıyla yazan bir kadındı; ama edebiyat tarihi bile onu çoğu kez Chopin’in gölgesinde anmayı tercih etti.) Yukio Mişima’nın yanında duran kadın figürleri, onun eserlerindeki beden ve arzu çatışmalarını değil, Japon toplumunun gözündeki düzen ihtiyacını temsil etti.
Daha da geriye gidildiğinde Antik Yunan’da bir erkek yurttaşın saygınlığı, yalnızca siyasette konuşmasıyla değil, yanında bir eşle görünmesiyle pekişirdi. Yurttaşın onuru, kadının sessizliğiyle mühürlenirdi. Roma’da imparatorun kudreti, hanedan evlilikleriyle tamamlanırdı; kadın, siyasal gücün “meşru” yüzü olurdu. Kadın, bireysel öznesiyle değil, başkasının korkusunu ve ihtiyacını taşımakla değer kazanırdı.
Bizim coğrafyamızda da farklı değildir. Siyah-beyaz aile fotoğraflarında aynı manzara görülür: gelinlik giymiş bir kadın, yalnızca bir evliliğin değil, toplumsal “normal”in de kanıtı olur. O fotoğraflar yalnızca hatıra değil, aynı zamanda toplumsal bir senaryonun görsel kayıtlarıdır. Kadın, orada yalnızca damadın yanında duran biri değil, aynı zamanda “düzenin” devamlılığını teyit eden sessiz bir vitrin olarak yer alır.
Kadın, başkasının korkusunu taşırken, kendi özneliğini kaybeder. Bir başka hayatın zırhı olurken, kendi yaraları görünmezleşir. Kendisine ait olmayan bir hikâyenin dekoruna dönüşür. Ona “fedakârlık”, “sabır”, “namus” gibi armağanlar verilir. Bu armağanların içi boştur ama ağırlığı vardır; kadını eğip büker, kimliğini gölgeler.
Ve geriye şu soru kalır:
Toplum, bireyi kendi hakikatinden mahrum bıraktığında; birey, kendi zincirini başkasına takmakta neden bu kadar acelecidir? Kadının sessizliğinde saklanan sadece erkeğin korkusu mu, yoksa hepimizin göze almak istemediği çıplak hakikat mi?
Yazar notu: Bu yazıda adı geçen Oscar Wilde, Rock Hudson, Cole Porter, John Maynard Keynes, Pyotr İlyiç Çaykovski, Andy Warhol, James Dean, Frederic Chopin ve Yukio Mişima tarihsel olarak yaşamış gerçek kişilerdir. Anlatılanlar, onların biyografilerinde, kamuya açık kaynaklarda yer alan toplumsal bağlamlardan esinlenerek kullanılmıştır.
Editör: Şöhret Baltaş
Düzelti: Şöhret Baltaş
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sâba Esin, Sinem Yıldız
Seslendirme: Melike Çınar
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖