Background

Kadının Beyanı Esastır

“Ya yalan söylüyorsa!”

Toplumda cinsiyetler arasında kadın ve erkek arasında kadın aleyhine bir eşitsizlik olduğu, günümüzde neredeyse her kesim tarafından kabul edilmekte. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği nedeniyle kadına yönelik her türlü şiddet (psikolojik, ekonomik, fiziksel, cinsel) yaygın olarak görülmekte.

Cinsellik, bedensel ve ruhsal açıdan bireylerin haz ve tatmin duygularını karşılıklı isteğe bağlı olarak yaşamasıdır ancak kişilerin toplumsal ilişkilere ve baskıya dayalı, iktidar ve gücü temsil eden ve onun tarafından oluşturulan bir toplumsal inşa kavramı olarak da hala karşımızda duruyor. Bu yüzden neyin cinsellik, neyin cinsel şiddet olduğu konusu, son yüzyıla kadar erkekler tarafından tanımlanmış. Kadınların devrim, özgürlük ve eşitlik mücadelesi ile birlikte ise cinsiyetler arası bütün ilişki biçimleri yeniden tartıştırılmış ve geçmişten günümüze kabul gören şeylerin, esasen içinde şiddeti barındırabildiği gerçeğiyle toplum yüzleşmiştir.  Bu yüzleşme sadece politik bir tartışma olarak kalmamış ve aynı zamanda hukuk alanında, ceza kanunlarına cinsel saldırı ve cinsel taciz fiilleri suç olarak girmiş ve bu fiillerin cezalandırılmasını sağlamıştır. Tarihi kaynaklarda cinsel suçlar, Asur Hukuku’ndan bu yana çoğunlukla tecavüze uğrasa da sadece kadını cezalandıran yasalarla günümüze kadar gelmiştir. Yüzyıllardır süren mücadeleler sonucunda ise cezaların iktidarı değişmiş ve değişmeye devam etmiştir.  Türkiye’de 2006 yılında yürürlüğe giren Ceza Kanunu’nda cinsel suçların tanımının geniş tutulmasında kadın hareketinin önemli etkileri olmuş ve kanuni açıdan ilerleme kaydedilmiştir. Cinsel şiddetin cezasız kalmasında önemli etkenlerden biri, toplumsal cinsiyetçi yaklaşımlar ve baskılar sebebi ile kadınların kendilerinin bu suçun oluşmasına sebep olduklarına dair önyargılardan dolayı ve suça maruz kalanların olayı ifade etmekte zorlanmaları ve kimi zaman şikayetçi olmaktan korkmaları olmuştur. Ayrıca şiddete maruz kalan kadınlar kendilerinin sorumlu olduğunu düşünmeseler bile, mahkemelerde ve çevrelerinde kendilerinin suçlanacağı ve olayı tekrar tekrar anlatmak/yaşamak zorunda kalacakları konusundaki haklı kaygılarından dolayı şikayetçi olmaktan vazgeçmektedirler. Böylelikle, cinsiyetçi yargılar, birçok olayın daha yargıya dahi gitmeden cezasız kalmasına neden olmaktadır. Cinsel suçlar, özellikle de cinsel taciz suçu, çoğu vakada tanığı, delili ve fiziksel bulgusu olmayan ya da yok denecek kadar az olan suçlardır. Çünkü çoğu zaman suçun tek tanığı suça maruz kalandır. Tanık ve delil yokluğu gerekçesiyle iddianın ispat edilememesinden dolayı mahkemeler çoğu zaman takipsizlik veya beraat kararı vermektedir. (Delil olduğu halde olayın çarpıtılması ya da suç failinin sermaye ve iktidar sahibi olması sebebiyle de salıverilme ve beraat kararlarının verildiği de görülmüştür. Yeldana Kaharman’ın şüpheli ölümünde olduğu gibi.) Bir diğer baskın nedense, cinsiyetçi davranan savcı ve hakimlerin, delil olmasına rağmen şüpheli lehine “yorumlar” yapması ve karar vermesidir. Örneğin beyaz pantolon, mini etek giymesi, dekolte giyinmesi, gece sokakta olması, bağırmamış olması, kahkaha atması, kırmızı ruj sürmesi vb. kadına karşı işlenmiş cinsel suçların suç kapsamında değil erkeğin doğası gereği cinsel olarak tahrik olduğu ve kadının da erkeği tahrik edecek giyim ve davranışlardan uzak durması gerektiği, aksi takdirde kadının buna zemin hazırladığı, bu durumun varlığı ispatlansa bile, tam anlamıyla suç olarak değerlendirilmediği ve iyi hal indirimine gidildiği kararlar kamuoyuna yansımıştır.  Bu algı ve cezasızlık politikası sebebiyle de erkekler kadınları penislerinin sertleşmesine sebep olan meta olarak gördükleri anda cinsel şiddetlerini açığa çıkarmaktan çekinmemekte ve bunu kadın, çocuk, LGBTİ bireyin yalnız olduğu, maddi kanıt bulamayacağı anda gerçekleştirmektedir.

Bu duruma karşılık olarak “Kadının beyanı esastır, erkek aksini ispatlamakla yükümlüdür” cümlesi feminizmin kurucuilkeleri arasında yerini almıştır. Bu ilke, 1980’lerden bu yana feminist hareketin erkek şiddeti ile mücadelesine dayanır. Ancak 2000’lere gelindiğinde, kadın cinayetlerinin, erkek egemenliğinden kaynaklanan eşitsizliklerde gelinen son nokta olarak tarif edilip gündeme alınmasıyla bu ilke kadın mücadelesi siyasetinde ağırlık kazanmıştır. Kadın örgütleri kadın cinayetlerinin münferit değil, eril şiddetin cezasızlığının bir sonucu olduğunu; sadece töre veya namus ile açıklanamayacağını ve her yaştan, sınıftan, kültürden erkeğin kadına şiddet uygulayabileceğini ve cinayet işleyebileceğini seslerini daha da yükselterek dile getirmeye başladı.

 Bu durum evlilikte, ilişkide, aile içinde, iş yerlerinde, sokakta,… patriyarkanın kadınlara uyguladığı, hayatın çeşitli alanlarına yayılan baskı ve gücün, şiddet ile ilişkisini daha baskın bir hale getirdi. Bu, yakınlar (sevgili, koca, eski sevgili-koca, baba, akraba, patron, yönetici) tarafından gerçekleştirilen cinsel taciz, cinsel saldırı ve flört şiddetinin adını koymanın önünü açtı. Kadın örgütleri, halkçı siyasi partiler ve sendikalar, şiddeti önlemeyen, aksine aileyi korumak adına üzerini örterek pekiştiren hatta söylem ve tutumlarıyla teşvik eden iktidarı eleştirmenin yanı sıra, yuvayı dişi kuş yapar diyerek kadınların sessizliğini korumasını isteyen, kendi çevrelerindeki erkeklere de gündelik hayattaki uygulama ve söylemlerin şiddeti meşru kıldığını, şiddetin uzaktaki erkeklerden ziyade çoğunlukla en yakınları tarafından uygulandığını her fırsatta dile getirdiler.

Kadının beyanı esastır ilkesi öncelikle, kadının beyanı ve erkeğin ispat yükümlülüğü arasında bir bağ kuruyor. Bu bağ aracılığıyla bir ezme-ezilme ilişkisini tanımlıyor, erkek egemenliğine dair yaptığı tespitten yola çıkarak; erkek egemen bir sistem, bu sistem bir tarafın (erkek) diğer tarafı (kadın) ezdiği bir yapı; bu güç ilişkisi içerisinde, ezilen tarafın sözünden (beyan) yana olmaya (esas) davet eden bir durum olarak karşımızda durmaktadır.  Hetero- patriyarkanın karakteri, ilkedeki öznenin daha sistematik güç ilişkisi içerisindeki ezilen asıl kişi olduğu gerçeğini göstermektedir. Öte yandan, ilkedeki erkek sözcüğünün tutulmasıyla da erkek şiddetinin, failinin altının çizildiğini, adının koyduğunu belirtmek gerekiyor.

Günümüzde diyalog ve tartışma biçimlerinin değiştiği sosyal medyada sık sık “esas” ve “doğru” yer değiştirmiş gibi görünüyor. Dolayısıyla karşı argüman olarak da “ya kadın yalan söylüyorsa / iftira atıyorsa” yaklaşımı üretiliyor. Hâlbuki ilke ile ifade edilen, kadının beyanının soruşturma, değerlendirme, tartışma için yeterli zemini oluşturmasıdır. Tartışmaların doğruluğu insan hakları evrensel bildirgesine göre maddi delili gerektirebilir.  Ancak iktidarlar bu durumu önleyecek tedbirleri almıyorsa, beyanı ispatlama yükümlülüğü devlete ve beyanın failine ait olmalıdır.  Yoksa ilke, beyanın veya yorumun doğru olması durumu değildir. Feminist hareketin, kadının beyanı ile dikkate aldığı, kadının olayı nasıl yorumladığından ya da tanımladığından çok, şiddetin ezme-ezilme ilişkisinin sonucu oluşu. Kadınların beyanı, patriyarkanın farklı biçimlerini ve onu sürdüren pratikleri açık etmesi; ayrıca kadınların, patriyarkanın ezilen tarafı olarak yaşadığı deneyimleri ifade etmesi demektir. Dolayısıyla kadının beyanı esastır ilkesi, öncelikle ortada bir güç ilişkisi olduğunu tanımayı ve ezilenin sözlerini hareket noktası kabul etmeyi ifade ediyor.

Sistem ilişkisi içerisinde sorulan ve kendisi de şiddet içeren “neden yapmadı”ların karşısına “daha fazla şiddet” korkusu gerçeğini ya da kadının herhangi bir hareketinin hiçbir tür şiddeti meşru kılamayacağı açıklamasını koyuyor. İlke bu anlamda, bir hakikatler çarpışması yaratıyor diyebiliriz. Tüm bu sebeplerle de kurucu bir ilke.

Kadının beyanı ile açığa çıkan, her zaman Türk Ceza Kanunu’nda (TCK) tanımlı suçlar olmak durumunda değil. Yani, kadının beyanı ile ortaya dökülen erkek şiddeti biçimleri, her zaman geçmişten bugüne ya da mücadeleler sonucu suç kapsamına yeni alınan yasada tanımlı olan suçlar olmamaktadır. Erkek şiddetini beyan eden her kadın da bu eylemin hangi suç tanımına girdiğini bilmeyebilir, bilmek zorunda da değil. Bugün bu beyanlar sonucu hem Türkiye’de hem dünyada erkeklik biçimlerini ifade etmek için flört şiddeti, ısrarlı takip, manipülasyon, mağdur suçlayıcılık, cinsel şiddet tehdidi gibi kavramlara başvuruluyor, yeni kavramlar üretiliyor. Yani bu ilkenin on yılı aşkın bir zaman dilimi içinde bile, söze döktüğü birçok yeni erkeklik biçimi var. Bu, erkek şiddetinin de değişir dönüşür bir şey olduğunu, yasalara ve zamana sığmayan yapısını gösteriyor. Örneğin, beyan edilen cinsiyetçi, manipülatif, psikolojik şiddet içeren bir eylem olabilir. Bunun yasada karşılığı bulunmayabilir veya işaret edilmek istenen sosyal yaşantımızda bu tür ilişkilenmelerin yaygınlığı olabilir. Sosyal medyada karşımıza çıkan, devlete göre suç değilse “o halde neden söyledi”, “madem ifşa etti neden polise gitmedi” sorularının karşılığı da burada. Beyan eden pekâlâ örtük görünen şiddet biçimini sosyal çevrede bilinir kılmayı, deneyim aktarmayı ve sosyal mekanizmalarla önlem alınmasını istemiş olabilir. Ayrıca, devletin şiddeti önleme mekanizmalarına karşı güvensizlik duyabilir ya da ifşa yönteminin daha sonuç alıcı olduğunu düşünebilir.

Eril tutum, sistem ilişkileri içinde kabul edilmediğinde ise hızlıca “ya yalan söylüyorsa” pozisyonuna geçmekten çekinmemektedir. Bu reflekste ezme ezilme ilişkisi görülmüyor, esas ile doğru yer değiştiriyor ve anlatılmak istenen manipüle ediliyor.  Ayrıca bu refleks, beyan sürecinin, beyanda bulunan kadının hayatını nasıl zora soktuğunu, kadının yeni mağduriyetler yaşadığını, kendini sürekli savunmak zorunda kaldığını ve bu yıkıcı sürece keyfi olarak girişilmeyeceğini de görmezden gelmemek gerekiyor.

Kadın Vardiyası – 2023
Bize Ulaşın: [email protected]

Login to enjoy full advantages

Please login or subscribe to continue.

Go Premium!

Enjoy the full advantage of the premium access.

Takipten Çık:

Takipten Çık Vazgeç

Cancel subscription

Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.

Go back Confirm cancellation