Background

Görünmez Emek, Görünür Şiddet

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü, kadınların karşı karşıya kaldığı şiddetin yalnızca bireysel, aile içi ve fiziksel bir sorun olmadığını; aksine toplumsal, ekonomik ve politik düzeyde üretilmiş yapısal bir tahakküm biçimi olduğunu hatırlatır. Bu tarih, şiddetin köklerini kültürel normlarda veya bireysel davranışlarda arayan yüzeysel yaklaşımların ötesine geçerek, kapitalist üretim ilişkileri ile ataerkil toplumsal düzenin iç içe geçtiği bir sistemde bu şiddetin nasıl sürekli yeniden üretildiğini görünür kılma zorunluluğu taşır. En nihayetinde kadınlara yönelik şiddet, yalnızca cinsiyetçi önyargılarla değil; sermayenin kâr mantığıyla, özel mülkiyet yapısıyla ve emeğin güvencesizleştirilmesiyle de doğrudan bağlantılıdır.

Ev İçi Emeğin Görünmez Sömürüsü ve Ataerkil Denetim

Kapitalist sistem, işgücünün devamlılığını sağlayan bakım, temizlik, beslenme gibi gündelik faaliyetleri büyük ölçüde kadınların karşılıksız emeğine dayandırır. Bu emek kamusal alanda görünmezdir; ücretlendirilmez, ölçülmez ve değeri toplumsal olarak tanınmaz. Oysa sermaye açısından bu görünmez emek, işgücünün yeniden üretiminin maliyetlerini düşüren temel bir kaynaktır.
Bugün ev içi emeğin ücretsiz bırakılması, yalnızca kadınların ekonomik bağımsızlığını törpülemekle kalmaz; aynı zamanda onları toplumsal yaşamdan dışlayan ve düşük ücretli alanlara sıkıştıran bir kısır döngü yaratır. Ev içi şiddet de bu bağlamda yalnızca özel alana ait bir sorun değil, kadın emeğini “evle sınırlı” tutan ataerkil denetim mekanizmasının önemli bir parçası haline gelir. Kapitalist-ataerkil düzen, evde “itaat”, işyerinde “itaat” ve toplumda “itaat” zincirini eşzamanlı biçimde üretir (Savran, 2017). Bu nedenle ev içi emek yalnızca bir “iş” değil; toplumsal cinsiyet rollerinin temel direklerinden biridir. Kadının yaşamı üzerindeki denetim, çoğu zaman tam da bu ücretsiz emeğin zorunlu ve doğal gösterilmesi üzerinden kurulur.

Bakım Krizi, İşgücüne Katılım ve Ekonomik Şiddet

Kadınların ücretli emek piyasasına katılmasını kısıtlayan en önemli mekanizmalardan biri, bakım yükünün kamusal hizmetler tarafından üstlenilmemesi ve özel alanda kadınlara ait “doğal” bir sorumluluk olarak kodlanmasıdır. Çocuk bakımı, yaşlı-hasta bakımı ya da ev içi düzeni sağlama gibi görevlerin bu biçimde meşrulaştırılması, yalnızca milyonlarca kadının iş yaşamına katılımını engellemekle kalmaz; yaşamın yeniden üretimini kadınların görünmez ve karşılıksız emeğine sabitleyerek patriyarkal-kapitalist düzenin sürekliliğini mümkün kılan yapısal bir mekanizmaya dönüşür. İstihdam verilerini ele aldığımızda karşımıza şu tablo çıkmaktadır: 2024 TÜİK verilerine göre kadınların işgücüne katılım oranı %36’dır ve yaklaşık 10 milyon kadın ev işleri nedeniyle istihdam dışındadır. Bu durum ekonomik eşitsizlik olmanın ötesinde doğrudan bir ekonomik şiddet biçimidir; zira ekonomik bağımlılık sürdükçe kadınlar şiddet içeren ilişkileri terk etme gücünü de kaybetmektedir. Bakım hizmetlerinin piyasalaştırılması, pahalılaştırılması ve kamusal yatırımların sistematik olarak azaltılması ise bu kısır döngüyü derinleştiren yapısal tercihlerdir. Kreş yetersizliği yalnızca lojistik bir sorun değil, kadın emeğinin toplumsal üretimden dışlanmasını meşrulaştıran ideolojik bir mekanizmadır.

Ücret Eşitsizliği ve Sermayenin Kadın Emeğini Değersizleştirme Mekanizmaları

İşgücüne dahil olabilen kadınlar dahi, çalışma yaşamına adım attıkları andan itibaren çok katmanlı bir ayrımcılık dizgesiyle karşı karşıya kalmaktadır. Bunların başında, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kronik bir sorun olan ücret eşitsizliği gelir. Dünya Ekonomik Forumu’nun 2024 Cinsiyet Uçurumu Raporu’nda Türkiye’nin ekonomik katılım ve fırsatlar kategorisinde 133. sırada yer alması, bu yapısal sorunun derinliğini gözler önüne sermektedir. Üniversite mezunu kadınların aynı vasıftaki erkeklerden ortalama %17 daha düşük ücret alması; bazı sektörlerde bu farkın %25’lere kadar çıkması, eşitsizliğin sadece “istatistiksel” değil, kurumsal ve ideolojik bir niteliği olduğunu göstermektedir.

Bu farkın nedeni çoğu zaman kadınların tercihleriymiş gibi sunulur: “Daha kısa çalışma saatlerini seçiyorlar”, “yüksek riskli sektörlere yönelmiyorlar” ya da “ailevi sorumluluklar nedeniyle terfi istemiyorlar” gibi gerekçeler, eşitsizliğin bireyselleştirilmesi için sıkça kullanılan söylemlerdir. Oysa feminist iktisat bu argümanların gerçeği ters yüz ettiğini söyler. Kadınların iş yaşamında karşılaştıkları tercihler, öznel kararların değil, toplumsal cinsiyet rejimi tarafından belirlenmiş yapısal sınırların ürünüdür. Bir başka ifadeyle kadınlar “böyle istediği için” değil; böyle davranmaya mecbur bırakıldıkları için belirli sektörlerde yoğunlaşır ya da düşük ücretlerle yetinmek zorunda kalırlar.

Kadın emeğinin tarih boyunca ucuz işgücü rezervi olarak konumlandırılması, kapitalist üretim için stratejik bir avantaj yaratmıştır. Kadınların “ev içi sorumlulukları” gerekçe gösterilerek yarı zamanlı, geçici, esnek, mevsimlik ya da kayıt dışı işlere yönlendirilmesi, sermaye açısından maliyetlerin düşürülmesini sağlayan önemli bir mekanizmadır. Oysa sermaye için bir işi kimin yaptığı değil, o işin yapılması önemlidir. İşte burada kapitalizmle kol kola yürüyen ataerkil tahakküm işe girmiş olur.

Böylece kadın emeği hem ucuz hem kolay ikame edilebilir hem de sendikal bağları zayıf bir işgücü kaynağına dönüştürülür. Bu durum, özellikle hizmet sektörü, tekstil, bakım işleri, mağazacılık, tarım ve temizlik gibi alanlarda belirginleşir. Kadın işçilerin yoğunlaştığı sektörler sistematik biçimde düşük ücretli ve güvencesizdir; erkeklerin yoğunlaştığı sektörlerde ise ücretler, sosyal haklar ve yükselme imkanları daha güçlüdür. Bu işbölümü “doğal” değil; ataerkil kapitalizmin tarihsel olarak inşa ettiği cinsiyetli bir emek rejimidir.

Ücret eşitsizliğini derinleştiren bir diğer unsur ise “cam tavan” olarak adlandırılan görünmez bariyerlerdir. Kadınlar pek çok kurumda işe alınabilmekte ancak terfi süreçlerinde sistematik olarak geride bırakılmaktadır. Yönetim kademelerinde kadın oranlarının düşük olması, yalnızca kadınların yeterlilikleriyle ilgili basmakalıp yargıların değil; aynı zamanda kurumsal kültürün erkek egemen yapısının bir yansımasıdır.
Araştırmalar, eşit niteliklere sahip kadınların terfi mülakatlarında daha sık sorgulandığını, riskli görevlerin erkek çalışanlara daha çok verildiğini ve liderlik vasfının hâlâ “erkeksi” davranış kalıplarıyla özdeşleştirildiğini göstermektedir. Bu nedenle ücret eşitsizliği, yalnızca başlangıç maaşlarıyla sınırlı kalmaz; kariyer ilerlemesinin tüm aşamalarına sirayet eder.

Ücret farkı, sorunun yalnızca en görünür yüzüdür. Sorunun aslı, sermayenin kadın emeğini düşük ücretli, esnek, güvencesiz ve kolay ikame edilebilir bir işgücü rezervi olarak görmesidir. Bu durum, kapitalizmin yarattığı yedek işçi ordusunun cinsiyetli bir yapısı olduğunun kanıtıdır.

Şiddeti Üreten Sistemi Dönüştürmeden Şiddeti Bitiremeyiz

25 Kasım, yalnızca kadınların maruz bırakıldığı şiddeti görünür kılmanın değil, bu şiddeti sistemli bir biçimde üreten düzenle kapsamlı bir hesaplaşmanın günüdür. Kadına yönelik erkek şiddeti bireysel gerekçelerle açıklanamaz; kökleri toplumsal iş bölümünden ekonomik yapılara, istihdam politikalarından kültürel normlara kadar uzanan derin bir sistematik içinde yer alır.
Kadın emeğinin yok sayıldığı, ev içi bakımın kadının “doğal sorumluluğu” gibi dayatıldığı, kamusal bakım mekanizmalarının yetersiz bırakıldığı, eşit işe eşit ücret ilkesinin hâlâ uygulanmadığı; güvencesiz, kayıt dışı ve düşük ücretli işlerin kadınları ekonomik şiddete mecbur bıraktığı bir toplumda şiddetin sona ermesi mümkün değildir. Kreş hakkının bir lütuf gibi sunulduğu, istihdam politikalarının kadınları eve hapseden biçimde kurgulandığı, sendikal örgütlenmenin zayıflatıldığı her koşul, kadınlara yönelen şiddetin zeminini daha da güçlendirmektedir.

Bu nedenle 25 Kasım, yalnızca bir yas ya da anma günü değil; kadınların yaşamın her alanında üzerlerine çöken şiddet mekanizmalarına karşı sesini yükselttiği, eşitlik ve özgürlük talebini büyüttüğü bir mücadele günüdür. Kadınların toplumsal, siyasal ve ekonomik hayatta tam ve eşit varlığını hedeflemeyen hiçbir söylemin değer görmediği bir gündür.

Gerçek bir değişim, kapitalist-ataerkil yapının tamamını sorgulayan, emeğin yeniden dağılımını, kamusal bakımın güçlendirilmesini, ekonomik eşitliğin sağlanmasını ve kadınların mücadele içindeki varlığını merkezine alan bir topyekûn mücadele cephesi ile mümkündür. Kadınların özgürlüğünü toplumsal özgürlüğün zorunlu koşulu olarak gören bu bütünlüklü yaklaşım hayata geçirilmedikçe kökten bir dönüşüm de mümkün değildir.

Kaynakça:

  • Savran, G. (2017). Feminist eleştiri ve kapitalizm. İstanbul: Metis Yayınları.
  • SKD Türkiye. (2024). Toplumsal cinsiyet eşitliği ve ücret eşitsizliği raporları.
  • Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK). (2024). İşgücü istatistikleri 2024.
  • World Economic Forum. (2024). Global gender gap report 2024.
Editör: Sinem Yıldız
Düzelti: Sinem Yıldız
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Seda Bedestenci Yegâne, Sinem Yıldız
Seslendirme: Şadan Genç

Kadın Vardiyası – 2023
Bize Ulaşın: [email protected]

Login to enjoy full advantages

Please login or subscribe to continue.

Go Premium!

Enjoy the full advantage of the premium access.

Takipten Çık:

Takipten Çık Vazgeç

Cancel subscription

Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.

Go back Confirm cancellation