Serbest Kürsü Seher Yıldırım 24 Kasım 2025
25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü, feminist mücadelenin tarihsel hafızasını bugüne taşıyan politik bir eşiktir. Mirabel Kardeşler’in bir diktatörlük tarafından katledilmesi, kadınlara yönelen şiddetin hiçbir zaman bireysel bir öfke patlaması ya da tesadüfi bir saldırı olmadığını; aksine devlet, erkeklik ve iktidar ilişkileriyle örgütlenen yapısal bir mekanizma olduğunu açık biçimde ortaya koymuştur. Bu tarihsel gerçek, bugün Türkiye’de de bütün ağırlığıyla karşımızda durmaktadır. Erkek şiddeti, patriyarkanın, neoliberal devlet politikalarının ve toplumsal cinsiyet rejiminin bir ürünü olarak süreklilik kazanır; bu nedenle münferit değildir. Dolayısıyla mücadele de bireysel değil, kolektif ve örgütlü olmak zorundadır.
Türkiye’de kadınların maruz kaldığı şiddetin çeşitliliği; ev içinden işyerine, sokaktan dijital alanlara kadar uzanan geniş bir çerçeve aslında aynı yapısal kökeni işaret eder. Kadınların yaşamı, ataerkil normlar, devlet politikaları, hukuki pratikler ve toplumsal rızanın yeniden üretimiyle sürekli bir denetim altına alınır. Bu nedenle fiziksel şiddet yalnızca en görünür biçimdir; ekonomik güvencesizlik, bakım emeğinin kadınlara yüklenmesi, kamusal alanda süren tehdit duygusu ve dijital şiddet gibi farklı biçimler, kadınların gündelik yaşamlarını bir “güvencesizlik rejimi” içinde konumlandırır.
Bu rejimin en belirgin unsurlarından biri cezasızlıktır. Erkek faillerin “iyi hâl indirimi”, “tahrik” gerekçesi veya “pişmanlık” söylemleriyle sistematik biçimde korunması, devletin erkek şiddeti karşısındaki konumunu açık eder. Kadınların yaşam hakkını koruması gereken mekanizmalar çoğu zaman işlememekte, İstanbul Sözleşmesi’nin bir gece yarısı kararnamesiyle feshi gibi kararlar devletin kadınlara yönelik politik tercihini daha görünür kılmaktadır. Hukuki süreçler, kadınların hayatını korumaktan çok çoğu zaman erkek egemen kültürün meşruiyet alanını genişletmektedir.
Kadına yönelik şiddetin mekânsal dağılımı da tesadüfi değildir. Ev içi şiddetin görünmezliği, işyerlerinde kadın emeğinin sömürülmesi, kamusal alanda tehdit ve saldırılar, dijital ortamda sistematik nefret kampanyaları… Bunların hepsi patriyarkanın sürekliliğini sağlayan birbirine bağlı mekanizmalardır. Bu çerçevede 25 Kasım, kadınların maruz kaldığı şiddetin farklı biçimlerinin ortak bir politik zeminde buluştuğunu hatırlatır: Şiddet bireysel değil, sistematiktir; dolayısıyla şiddetin ortadan kalkması ancak toplumsal yapının dönüşümüyle mümkündür.
Direniş: Yaşamı Savunmanın Kadın Hali
Kadınlar için direniş çoğu zaman yalnızca hayatta kalmanın zorunlu bir koşulu değil, aynı zamanda yaşamı dönüştürmenin en güçlü aracıdır. Feminist hareketin kurucu sezgilerinden biri olan bu direnme hâli, yalnızca karşı koyma biçimi olarak değil, yeni bir toplumsal örgütlenme biçimi arzusunu da içinde barındırır. Judith Butler’ın “bir arada görünür olmanın politik performativitesi” olarak tanımladığı kolektif var oluş, Türkiye’deki feminist mücadelenin en belirleyici damarlarından birini oluşturur. Butler’ın da altını çizdiği gibi, kadınların birlikte kamusal alanda görünür olması, hem baskı aygıtlarının kırılganlığını ifşa eder hem de dayanışmanın kendisini politik bir eyleme dönüştürür. Yan yana durmak, bir özneleşme pratiğine dönüşür.
Kadınlar birbirinin sesine kulak verdiğinde, deneyimlerini paylaştığında ve birbirine dokunabildiğinde yalnızca güçlenmekle kalmaz; patriyarkanın dayandığı yalnızlaştırma stratejisini de bozar. “Yalnız değilsin” sözü, çoğu zaman bir teselliden çok daha fazlasıdır; şiddetin kadın üzerinde yarattığı tecrit ve yalıtılmışlık duvarını yaran, somut bir dayanışma alanı ve güvenlik hissi oluşturan bir sığınaktır. Komşusunu korumaya koşan bir kadın, çoğu zaman devlet mekanizmalarının sağlayamadığı gerçek bir koruma işlevi görür. Kız kardeş dayanışması, yalnızca bireysel bir destek değil, yeri geldiğinde tüm politik hattı dönüştüren kolektif bir güç olarak ortaya çıkar.
Bu nedenle 25 Kasım, kadınların yalnızca acılarını değil, aynı zamanda direnişlerini görünür kıldığı bir gündür. Kadınlar birbirlerinin omzuna yaslandıkça, patriyarkanın görünmez duvarları çatlamaya başlar; şiddeti mümkün kılan toplumsal rıza zayıflar; devletin cezasızlık politikaları daha fazla sorgulanır. Kadınların direnişi, bu açıdan yalnızca hayatta kalma mücadelesi değil; geleceği kurma iradesidir. Dayanışma, feminist mücadelede yalnızca bir yöntem değil, yeni bir toplumsal yaşamın imkânıdır. Direnişin kadın hâli, hem bugünün karanlığına karşı bir ışık hem de geleceğin özgürlük ihtimaline açılan bir kapıdır.
Kadına yönelik şiddetin ancak toplumsal cinsiyet eşitliğini temel alan, ekonomik adaleti gözeten, bakım emeğini toplumsallaştıran ve hukukun bağımsızlığını güvenceye alan bir sistemde azalabileceği açıktır. Bu nedenle şiddeti ortadan kaldırmak yalnızca bireysel davranışların düzeltilmesiyle değil, patriyarkal kapitalist yapının bütün dayanaklarının çözülmesiyle mümkündür. Feminist mücadelenin hedefi tam da bu nedenle yalnızca şiddete karşı tepki vermek değil, şiddeti mümkün kılan toplumsal yapının kendisini dönüştürmektir.
Sonuç olarak 25 Kasım, kadınların yaşadıkları şiddeti görünür kıldıkları bir gün olmanın ötesinde, yaşamak istedikleri dünya için politik bir irade ortaya koydukları gündür. Kadınların yaşam hakkı, özgürlük talebi ve adalet arayışı birbirinden ayrı değil; aynı politik bütünün parçalarıdır. Bugün kadınların kurduğu dayanışma ağlarında, sokaklarda yükselen sloganlarda, birbirine uzattıkları ellerde bu bütünlük somutlaşmaktadır. Ve biliyoruz ki kadınlar örgütlendikçe hem patriyarkanın görünmez duvarları hem de bu duvarları ayakta tutan tüm politik yapılar çökmeye başlayacaktır.
Editör: Sinem Yıldız
Düzelti: Sinem Yıldız
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sâba Esin, Seda Bedestenci Yegâne, Sinem Yıldız
Seslendirme: Sündüs Cebecioğlu
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖