Mart Nalan Ermiş 6 Nisan 2025
Patriyarkal toplum düzeninde toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin en görünür olduğu alanlardan biri kadın emeğidir. Tarihsel süreçte ekonomik, siyasal ve sosyal yapıdaki değişiklikler kadın emeğine olan yaklaşımları dönüştürmüştür, dönüştürmeye de devam etmektedir. Bu dönüşümler, iktidarın araçlarından biri olan hukuk düzenine de sirayet etmiş, hatta kimi zaman hukuki düzenlemeler aracılığıyla kurumsallaştırılmıştır. Bu yaklaşımların Türkiye açısından nasıl uğraklardan geçmiş olduğunu ve kadın hareketinin bu alanlarda açmış olduğu gedikleri hukuk metinlerinden hareketle irdeleyeceğim bu yazıda, niyetimin -teknik bir meseleymiş gibi- ihdas edilmiş hukuk metinlerinin tamamına kronolojik sırayla yer vermek olmadığını baştan ifade etmeliyim. Arzuladığım birinci mesele, anayasal düzeyde ve temel yasalar düzeyinde kadının ve daha özelde kadın emeğinin ele alınış biçimlerini ele alarak mevcut toplumsal düzenden ari düşünülmesi mümkün olmayan hukukun bir bütün olarak -ve elbette kendi haline bırakıldığında-düzenin sürekliliğini sağlama mahirliğine dikkat çekebilmek. İkinci mesele ise ne dün ne bugün ne de yarın, iktidarı kendi haline bırakmayan ve bırakmayacak olan kadın mücadelesinin hukuk alanına müdahalesini gün yüzüne çıkarmak olacaktır.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e
“Karşıt cinsler arasındaki sosyal ilişkinin kontrol altında tutulduğu Osmanlı toplumunda, kadın ve erkeğe iki ayrı dünya sunulmuştu. Erkeğin dünyası kamusal, kadınınki ise özel ve mahremdi. Bu iki aynı dünyada kadın içerinin, erkek dışarının insanıydı. Dinsel ve toplumsal kurallar tarafından belirlenen bu yapılanmada, kadın ve erkeğin rolleri kesin olarak birbirinden ayrılmış; dışarıya ait roller erkeğe bırakılmış, eve ait roller de kadına kalmıştı. Yaşamın her alanında izleri görülebilen bu yapılanma, cinsler arasında her tür yakınlaşmayı önleyen toplumsal ve dinsel sansürle kendini gösteriyordu” (Çakır, 2016, 226). “Tarım toplumu olan Osmanlı Devleti’nde ekonomiyi şekillendiren ve yön veren temel birim tarımdı, tarım ekonomisinin yükü Anadolu’daki kadınlı, erkekli ailelerin, hatta özellikle kadının omuzlarına yüklenmişti. Kadın, bütün gün ücretsiz aile işçisi olarak tarlada çalıştığı gibi evde de ailenin ihtiyaçlarını sağlamak ve çocukların yetiştirilmesi görevini üstlenmekle yükümlüydü.” (Çakır, 2016, syf: 343). Çakır,“kadınların ev endüstrisinde tekstil üreticiliği ve ipek böcekçiliği dokumacılığıyla uğraştığına yer verirken kadınların sadece tarım ve el sanatlarında değil sanayi işçisi olarak da önemli bir işleve sahip olduğunu” ifade ediyor (Çakır, 2016, syf: 344).
17. ve 18. yüzyıl kapitalizmin doğduğu ve yayılmaya başladığı, burjuvazinin bir sınıf olarak kendini var ettiği, eşitlik, özgürlük, adalet düşüncelerinin ortaya çıktığı, insanın sadece insan olmasından kaynaklanan hakların varlığı üzerine kurulacak olan insan hakları öğretisinin geliştiği yüzyıllar. “Yeni toplumsal düzen bu değerler üzerine inşa edilirken kadınlar eşitlik, özgürlük, adalet gibi idealler dışında tutulduklarını, bu kavramlar üzerinde gelişen çeşitli haklardan mahrum edildiklerini fark etmişler ve 19. yüzyıla gelindiğinde bu fark ediş kitlesel harekete dönüşmüştür. Nitekim Osmanlı toplumunda da dünyadaki bu gelişmelere koşut olarak, kadınlar da eşitlik ve özgürlük taleplerini dile getirmiştir” (Çakır, 2012,syf: 417).
Toplumsal düzene hâkim olan kadın erkek eşitsizliği kadının çalışma yaşamına katılımı bağlamında farklı açmazlara neden olmuştur. Kapitalizmin yayılmasıyla beraber üretimin evdenfabrikayageçmesi, ev ve iş ayrımını keskinleştirmiş, “fıtrat gereği” ev işi kadına bırakılmış, bu cinsiyetçi iş bölümükadının çalışma yaşamındavar olmasına engel teşkil etmiştir. Öte yandan bu eşitsizlik kadın emeğinin ucuz iş gücü olarak görülmesine neden olmuştur.
Osmanlı’da kadınlar çalışma yaşamında var olmayı oldukça önemsemiş, öyle ki çalışma yaşamına katılım, “kadınların haklarını elde etmesinin birinci koşulu kabul edilmiş, ancak böylelikle kadın ve erkek arasındaki eşitliğin sağlanacağı” ifade edilmiştir (Çakır, 2016, syf: 368). Öte yandan bu eşitsizliğin çalışma yaşamındaki kadın için yarattığı kötü çalışma koşulları, fazla mesai, erkeklerle aynı işi yapmasına rağmen kadın işçinin farklı ücret alması gibi meselelerin sebeplerinin de sorgulanmaya başlandığını görüyoruz. Malum bugünyasal güvenceye kavuşmuş olsa da ‘eşit işe eşit ücret’ talebinin fiiliyatta da karşılık bulması ve kadınların ücret açısından farklı bir muameleye tabii bırakılmamasıkadın mücadelesi için hala güncelliğini koruyan bir talep. Tıpkı, “Osmanlı’daki kadınların erkeklerin kadınlar üzerindeki hakimiyetlerinden vazgeçmediği, en azından onlara düşük ücret vererek bu hakimiyeti sürdürmek istediği” (Çakır, 2016, 388)yönündeki tahlilin güncelliğini koruduğu gibi.
Osmanlı kadın hareketi, taleplerin dini kalıpları yeniden üretmesi ya da anne kimliği üzerinden şekillenmesi yönünde eleştirilerin konusu olsa da oluşturduğu dergi çevreleriyle, kurduğu dernekleriyle, iş yeri grevleriyle çeşitli eylemlilikler içindegerek toplumsal ve siyasal yaşamda gerekse de çalışma yaşamında eşitlik ve özgürlük mücadelesi sürdürmüştür. Hukuk alanı da bu mücadeleyi takip etmiş ve buradan hareketle şekillenmiştir.
19. yüzyıl ile beraber Osmanlı’nın tarihinde ilk anayasal gelişmelere tanık oluyoruz. Tüm Osmanlı toplumu siyasal, ekonomik, hukuki ve daha pek çok açıdan değişmişken anayasal belge olarak tanımlanan 1808 tarihli Sened-i İttifak, 1839 Tanzimat Fermanı ve1856 tarihli Islahat Fermanı’nda ya da ilk anayasa niteliğindeki 1876 tarihli Kanuni Esasi’de kadın erkek eşitliğini anayasal güvence altına alan ya da kadının toplumsal statüsünü güçlendiren bir düzenlemekendisine yer bulabilmiş değildir.
Toplumsal yaşama ilişkin genel esasları düzenleyen ve kadının aile başta olmak üzere toplumsal yaşamdaki yerine dair yasal dayanakları içeren medeni hukuk alanına dair Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye’yi görüyoruz Osmanlı’da. İslam Hukuku esasına göre düzenlenen 1876tarihli Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye’de de kadın-erkek eşitliğine dair madde bulunmamakla birlikte kadınların ölenin malvarlığının yarısı üzerinde miras hakkı olacağı düzenlenmiştir. Bu düzenleme, kız çocuklarının miras hakkının bulunmadığı ya da bu kuralının tek istisnası olarak erkek çocuğun olmadığı durumda bedel ödemek suretiyle kız çocuğunun miras hakkına sahip olabildiği pratiğinin esas olduğu Osmanlı toplumu için oldukça önemli bir gelişmedir. Toplumsal yaşamda cinsiyetlerin konumlanışının dayandığı zihniyeti en iyi şekilde gözlemleyebileceğimiz aile kurumunu ilgilendiren aile hukukuna ilişkin meseleler ise Mecelle’nin kapsamının dışında bırakılmış ve sonrasında ayrıca düzenlenmiştir. Mecelle’den neredeyse 40 yıl sonra 1917 tarihli Hukuk-i Aile Kararnamesi çıkarılmıştır. Kadının aile kurumu çatısı altında ezilme biçimleri düşünüldüğünde bu durumun tesadüf olmadığını ifade etmek gerek. Kararname ile kız çocuklarının evlilik yaşının yükseltilmesi ve çok eşliliğinin sınırlandırılması, önceden kadın tarafından boşanma sebebi olarak ileri sürülemeyen meselelerin boşanma sebebi olarak ileri sürülebilmesi yani kadına bu hakkın -ilk kez- tanınması yönünde değişiklikler yapılmıştır ki bu düzenlemeler kadının toplumsal yaşamdaki konumunun değişmeye başladığının habercisi niteliğindedir.
Osmanlı son dönemlerinde kadınların ilk kez tıbbiye mekteplerinde ebelik dersi alması, kız öğretmen okullarının, kız sanat okullarının, kız sanayi mekteplerinin, kız liselerinin açılması gibi gelişmeler de yaşanmıştır. Mecelle’ye dönecek olursak; bireysel iş ilişkisine dair hükümler içermesi sebebiyle iş ilişkisinin hukuken düzenlenişine ilişkin ilk kanun niteliğinde olan Mecelle, bu çerçeveden ele alındığında oldukça yüzeysel kalmıştır. Esasında kadınların çalışma yaşamlarındaki var olmaları, çalışma yaşamına katılmaları durumunda sömürü ilişkileri ağında ezilmeleri gerçeği baki ise de Mecelle, ne kadınların iş yaşamındaki varlığını artırıp destekleyebilecek ne de kadınların iş yaşamında yaşadığı sorunlarla mücadeleyi örebilecek mekanizmaları öngörmüş ve düzenlemiş değildir.
Bu tabloya bakıldığında, Osmanlı’daki kadın hareketinin oldukça önemli kazanımlar elde ettiğini ancak daha önemlisi Cumhuriyet’in kazanımları için uygun toplumsal zemini hazırlamış olduğunu görüyoruz. Böylesi bir zeminde, savaşlar sebebiyle erkek nüfusun azalması ve halihazırda muhtaç olunan kadın emeğine dünden daha da ihtiyaç duyulması,kadının toplumsal yaşamdaki yeri açısından birtakım gelişmelerin kapısını aralamıştır. Fakat, kadınların çalışma yaşamındaki varlığı cinsiyetçi iş bölümü anlayışının hâkim olduğu zihniyete göre dizayn edilmiş, sınırlarda buna göre çizilmiş ve bu anlayışın bir sonucu olarak kadına hasredilen meslek grupları ya da iş alanlarına ilişkin düzenlemelerle yetinilmiştir.
Cumhuriyet’ten Günümüze
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kalan ve günümüze dek uzanan bakiyenin esası, direngen patriyarkal kalıplardır. Elbette Cumhuriyet’in ilanı, kadınların toplumsal, siyasal, ekonomik hakları bağlamında önemli imkânlar yaratmıştır ve bunlar yadsınamaz. Öyle kitoplumsal ve siyasal yaşamın dini kurallara göre belirlendiği toplum düzeninden laik toplum düzenine geçiş, bu kapsamda örneğin 1924 yılında çıkarılan Tevhidi Tedrisat Kanunu ile karma ve bilimsel eğitime geçilmesi, kadının toplumsal hayatın her alanında var olması perspektifinimodernleşme olgusunun olmazsa olmazı olarak benimseyen görüş,-başlı başına-başka toplumsalkoşulların varlığına işarettir. Cumhuriyetin ilerici bakiyesi olan bu imkânlara -hele ki içinde bulunduğumuz şartlar altında- dünden daha da sıkı sarılmamız gereken bir noktadayız.Niyetim buraları yok saymak değil ezcümle. Hemen bir parantez açalım burada. Hep söylenegeldiği gibi kadınların seçme ve seçilme haklarına kavuşması pek çok ülkeye göre Türkiye’de daha erken zamanlara düşer ki doğrudur. Kronolojik olarak baktığımızda, kadınların siyasal yaşama katılım taleplerinin hukuki güvence altına alınması Cumhuriyet’in ancak 7 yıl sonrasında mümkün olmuş, 1930 yılında belediye seçimlerinde 1934 yılında meclis seçimlerinde kadınların da seçme ve seçilme hakkı olduğu düzenlenmiştir. Oysa kadınlar siyasal yaşamda var olabilmek, oy hakkı için Osmanlı’dan bu yana mücadele etmiştir hatta 1923 yılında Kadınlar Halk Fırkası adında ilk kadın partisini bile kurmuşlardır ancak Parti kadınların seçimlere girmesinin yasak olduğu gerekçesiyle kapatılmıştır. Yani mevzu bahis kadınlar ise ilericiliğin çarptığı duvarları görmek elzem. Buradan hareketle, kadının siyasal ve toplumsal yaşamdaki yerine dair anayasal ve yasal düzenlemeleri genel hatlarıyla ortaya koyup sonrasında bu kalıpların kendini daha da belirginleştirdiği ve başka biçimleriyle yeniden ürettiği çalışma yaşamına ilişkin yasal düzenlemelere bakalım.
NeCumhuriyet döneminin ilk anayasası niteliğindeki 1921 Anayasası’nda ne de 1924 Anayasası’nda kadın erkek eşitliğine yer veren bir düzenlemeden bahsetmek mümkün değildir. Kadın erkek eşitliğinin ilkesel olarak anayasal düzeyde tanınması Cumhuriyetin neredeyse 40 yıl sonrasına denk düşerek 1960 Anayasasıyla mümkün olmuştur. 1982 Anayasası ise 2004 yılına dek 1961 Anayasası ile benzerlik göstermiştir. 80’lerle beraber yeniden yükselen kadın hareketinin tesiriyle 2004 yılında Anayasa’da kadın ve erkeğin eşit haklara sahip olduğu, devletin bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlü olduğu eklenmiştir. Ve nihayet devletin kadın erkek eşitliği konusunda etkin politikalar üretmekle yükümlü olduğu anayasal zemindeki yerini de almıştır.
Öte yandan bu dönemde kadın özgürleşmesinin sınırları aile kurumu içinde kalacak biçimde çizilmiştir. Şunu ifade etmek gerekir ki, “ailenin, devletin ve kamusal tartışmaların ana bileşeni haline gelmesi, kapitalistleşme süreciyle ivme kazanmıştır. Devlet diğer kurumlar üzerinde bağlayıcı ve kural koyucu bir siyasal kurum olarak ailenin ne olması gerektiğini, sınırlarını ve görevlerini sürekli olarak belirlemektedir” (Özgün, 2020, syf: 532). Nitekim bu dönemde de aile kurumu kadın erkek eşitliğine, kadının özgürleşmesine engel olmak amacıyla araçsallaştırılmıştır. Aile kurumun yegâne amacı patriyarkal kapitalist toplum düzeninin sekteye uğramadan devamını sağlamak, bu toplum düzenini sağlamlaştırmak olmuştur. 1926 yılındaki Medeni Kanun’un içerdiği düzenlemeleri tam da bu perspektiften ele almak gerekir.
1926 yılında, ilerici yönlere sahip olduğunu hala ifade ettiğimiz, Medeni Kanun toplumsal olarak kadının konumunu güçlendiren hükümleri barındırmaktadır. Resmi nikahın zorunlu hale getirilmesi ve dini nikahın hukuken yok hükmünde sayılması, erkek yönünden de tek eşle evlilik yapılmasının zorunlu kılınması, kadına boşanma hakkı tanınması, kız çocuklarıyla erkek çocukların miras üzerinde eşit hakka sahip olması yönündeki düzenlemeler, bu bağlamda ciddi bir eşiğin atlanmış olduğunu göstermektedir. Fakat aynı Medeni Kanun, erkeğin evlilik birliğinin reisi olduğu, kadının evlenmekle kocasının soyadını alacağı, eve kadının bakacağı, evlilik birliğini kocanın temsil edeceği, kadının çalışmak istemesi durumunda kocasının iznini alması gerektiği yönünde düzenlemeleri de içerir. MedeniKanun’daki bu düzenleme kadın hareketinin yıllar boyu süren mücadelesi neticesinde 67 yıl sonra, önce Anayasa Mahkemesi kararı1 le eşitlik ilkesine aykırı bulunduğu gerekçesiyle iptal edilmiş, 2002 yılında yürürlüğe giren TMK’de de kendisine yer bulamamıştır. Ancak içinde bulunduğumuz 2025 yılının “Aile Yılı” olarak ilan edildiğini nazara alırsak devletin bu politikasından uzaklaşmamaktaki ısrarını anlamak işten değil.
Kadın hareketinin yükseldiği, kadınların farklı biçimlerde örgütlenme sahası oluşturduğu80’li yıllarda yürütülen kampanyalarla önemli kazanımlar elde edilmiştir. 1985 yılında Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Kaldırılması Sözleşmesi (CEDAW), 39 yıl önce TBMM’ye sunulmuş ve binlerce kadının imzasını içerir Kadınlar Dilekçesi’nin konusunu oluşturmuştur. Dilekçedeki talep çok nettir; kadınların medeni durumlarına bakılmaksızın toplumsal yaşamda kadın erkek eşitliğinin sağlanması. Bahsini ettiğimiz “kadının çalışması için koca izni zorunluluğu”nun Anayasa Mahkemesi kararıyla iptal edilmesinin geri planında böylesi bir kampanya süreci rol oynamıştır misal (Osmanağaoğlu, 2024, syf: 360-362).1926 sayılı Medeni Kanun başta olmak üzere Cumhuriyet dönemi ihdas edilmiş temel kanunlar kadın erkek eşitliği perspektifinden sorgulanmıştır ve yürütülen bu kampanyalarla 2000’li yılların hemen başında bu kanunlar yürürlükten kaldırılmış ve bugün hala yürürlükte olan yeni TMK, TCK, İş Kanunu metinleri yürürlüğe girmiştir. Artık kadının çalışması için koca iznine gerek duyan bir medeni kanun hükmü de yoktur, kocanın aile reisi olduğunu düzenleyen yasal bir madde de. Öte yandan 2004 yılında Anayasa’nın eşitlik maddesinde değişiklik yapılarak kadın erkek eşitliğinin sağlanması için devletin sorumlu olduğu hükmü anayasa ile düzenlenmiştir. 2011 yılında imzalanan Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi (İstanbul Sözleşmesi) devlete yüklenen ve toplumsal hayatın tamamına yönelik olan bu sorumluluğun yerine getirilmesi için üretilmesi ve işletilmesi gereken politikaların ne olduğuna ilişkin en somut hukuki metindir.
Cumhuriyetle beraber kapitalizmin yayılması ve 1980’lerle beraber uygulanmaya başlayan neoliberal politikaların etkisi, bir bütün olarak emeği dönüştürmüştür. Bu dönüşümün en yakıcı sonuçlarının cereyan ettiği alan ise kadın emeği olmuştur. Patriyarkal toplumdaki kadın erkek eşitsizliğinin bir sonucu olarak kadın emeği, sermaye için ucuz iş gücü niteliğine bürünmüştür. Buradan bakıldığında sermaye düşük maliyeti ve dolasıyla karlılığını korumak ve devamlılığını sağlamak niyetindeyse kadın emeğinin ve en temelde kadının özgürleşmesine ket vurmalıdır ki bu durum en nihayetinde patriyarkal düzenin de devamlılığını sağlamaktadır. Kadının çalışma yaşamındaki yeri de bu sınırlar üzerinden çizilmiş, iş kanunlarına da yansımıştır.
1924 tarihli Hafta Tatili Kanunu, 1926 tarihli Borçlar Kanunu, 1930 tarihli Umumî Hıfzısıhha Kanunu gibi yasalarla çalışma yaşamına ilişkin ya münferit meselelere dair ya da dolaylı düzenlemeler yapılsa da Cumhuriyet’ten sonra doğrudan ve kapsamlı şekilde düzenlemeler öngören ilk hukuki metin 1936 tarihli sayılı İş Kanunu olmuştur. İşçi-işveren ilişkisinin eşitler arası ilişki niteliğinde olmadığını benimseyen kanun metni, çalışma süresi, fazla çalışma, gece çalışması, iş sağlığı ve güvenliği gibi konulara ilişkin detaylı düzenlemeler içeriyor olsa da aynı metnin grev hakkını yasakladığını, sendika ve toplu iş sözleşmesi haklarını tanımadığını da ifade etmek gerek.1950’lerle beraber sol hareketin yükselmesi ve sendikaların güçlenmesi bir bütün olarak emeğin güçlenmesine zemin hazırlamış ve nihayetinde 1971 yılında yeni bir İş Kanunu yürürlüğe girmiştir. Kadın erkek eşitliği açısından bakıldığında bu yasanın en önemli düzenlemesi “Bir işyerinde aynı nitelikte işlerde ve eşit verimle çalışan kadın ve erkek işçilere sadece cinsiyet ayrılığı sebebiyle farklı ücret verilemez.” Şeklindeki maddesi olmuştur ki yani “eşit işe eşit ücret” talebi artık yasal dayanağına kavuşmuştur.
Her iki İş Kanunu için ifade edilebilir ki, kadınların çalışma yaşamına katılması ve kötü çalışma koşulları dert edilmemiş hatta hukuk aracılığıyla “fıtrat” ve bundan kaynaklı olarak “kadınların korunması gerekliliği” kurumsallaştırılmıştır. Bunu en çok da çocuk ve kadınlara ilişkin birlikte ve koruyucu/yasaklayıcı düzenlemelerden ibaret kanun sistematiklerinden anlamak mümkündür. Elbette kadın erkek eşitliği sağlanana, yani patriyarkal toplum yapısı tamamen değişene dek kadının tüm toplumsal yaşamda ayrı hükümlere, ayrı uygulamalara tabii olması kaçınılmaz bir zorunluluktur ki bu durumun ayrımcılık teşkil etmeyeceği Anayasa’da dahi düzenlenmiştir. Ancak hatırda tutmak gerekir ki bu zorunluluğun neşet ettiği yer kadının fıtratı yahut zayıflığı değil erkek egemen toplum düzeni ve bizatihi bu düzenin yaratmış olduğu eşitsizliğinin kendisidir.
2003 yılında çıkarılan İş Kanunu’nda, kadınlar lehine oldukça önemli düzenlemeler yer bulmuştur. 1971 tarihli İş Kanunu’ndaki ücrette eşitlik ilkesinin kapsamı daha da genişletilmiş, eşit davranma ilkesi düzenlenmiştir. Bu ilke kapsamında iş ilişkisinin başlangıcından sona ermesine kadar cinsiyete dayalı ayrımcılığın yapılamayacağı, gebelik nedeniyle doğrudan veya dolaylı farklı işlem yapılamayacağı, aynı veya eşit değerde bir iş için cinsiyet nedeniyle daha düşük ücret kararlaştırılamayacağı, cinsiyet nedeniyle daha düşük bir ücretin uygulanmasını haklı kılamayacağı hususları yer alır. İş yerinde cinsel taciz ile psikolojik tacizin (mobbingin) işçi açısından haklı nedenle fesih sebep sayılması, her iki eylemin mağdurlarının neredeyse tamamının kadın olduğu düşünüldüğünde oldukça önemli kazanımlardır. Bu eylemlerin önlenmesi için işverene sorumluluk yüklenmesi de ayrı bir öneme sahiptir.
Fakat aynı yasa ile esnek ve güvencesiz çalışma biçimlerini kurumsallaştırmıştır. Esnek çalışma biçiminde çalışma mekânının esnekleşmesinden çalışma sürelerine hatta ücrette esnekliğe kadar varır ve bu durum kadınlar için önemli sorunlara sebep olmuştur. Esnek çalışma biçiminin ev işi ve çalışma yaşamının bir arada yürütülmesine kolaylık sağladığı, böylelikle çalışma yaşamına katılan kadın sayısında artışı sağlayacağı savunulmuştur. Oysa kadınları bu işlere çekmenin altında yatan sebep, kadınların klasik çalışma biçimlerinde istihdamının erkeklere göre daha zor olduğudur. Kadınların tam süreli ve ev dışında çalışmasının başlıca engeli onlardan beklenen ücretsiz bakım işleridir: Çocukların bakımı, yaşlı ve hastaların bakımı, öbür ev işleri. Bu anlayış şu yorumda tam karşılık bulmaktadır: “esnek çalışma biçimleri ile kadınlar iş hayatına daha fazla yönelmekte ve çalışırken eş olma ve/veya annelik görevini de daha iyi yerine getirebilmektedir” (Karakoyun, 2007: 123).2
Kadın erkek eşitliğine yer veren ve bu ilkenin gereği işverenlere de sorumluluk yükleyen İş Kanunu bu yönüyle çalışma yaşamında kadın erkek eşitliğini sağlayacak nitelikteyken getirdiği yeni çalışma biçimleriyle toplumsal cinsiyet rollerini ve kadın kimliğinin aileyle şekillenmesi yönündeki anlayışı pekiştirip kadın emeğini de güvencesizliğe hapsetmektedir.
Bu noktada, Uluslararası İçi Örgütü (ILO) sözleşmeleriyle Türkiye ilişkisini de irdelemek gerekiyor. Çalışma yaşamına ilişkin hükümler düzenleyen ILO’nun düzenlenmiş olduğu sözleşmeler Türkiye tarafından imzalandığı takdirde kanun niteliğinde. Tıpkı CEDAW, tıpkı İstanbul Sözleşmesi gibi. Ve yine tıpkı bu sözleşmelerin yüklediği sorumlulukla eşdeğer olarak, sözleşmelere taraf ülkeler iç hukuk düzeninde birtakım düzenlemeler yapılmak zorunda. Nitekim 2003 yılında yürürlüğe giren İş Kanunu hazırlanırken ILO sözleşmeleri, daha doğrusu bu sözleşmelerden bazıları, dikkate alınıyor. Türkiye’nin imzalamakta geciktiği yahut ısrarla imzacısı olmadığı metinlere ya da imzacısı olmasına rağmen iç hukukta yaptığı düzenlemelere bakıldığında tesadüf diyemeyeceğimiz bir tablo beliriyor karşımızda.3 Örneğin 61 sayılı sözleşme tekstil sektörünün çalışma saatlerinin azaltılmasını düzenlemekte olup Türkiye’de ağırlıklı olarak kadınların çalıştığı sektörlerden biri olmasına rağmen bu sözleşme imzalanmamıştır. İş yerinde şiddet ve taciz eylemlerinin -iş ilişkisinin kurulmasından sona ermesine dek her aşamada- mağduru kadınlar olmasına rağmen Türkiye’nin hala imzalamadığı bir diğer sözleşme ise 190 sayılı Şiddet ve Taciz Sözleşmesi’dir. İmzalanan uluslararası sözleşmelerinin ne denli uygulandığı tartışmalıysa da ya da İstanbul Sözleşmesi gibi tek adam kararı ile hukuksuzca çekilme kararına bu sözleşmelerin de konu edilme ihtimali baki ise de kadın emeğine yaklaşımı gözler önüne sermesi açısından son derece önem taşıyor. ILO 190 sayılı sözleşmenin imzalanması başta olmak üzere tarafı olunmayan ILO Sözleşmelerine taraf olunmasına dair yürütülen mücadelenin taşıdığı önem gibi.
Bitirirken
Osmanlı’dan günümüze uzanan süreçte kadın emeğinin tarihsel gelişimi, hukukun hem baskı mekanizması hem de toplumsal dönüşümler için önemli bir alan olduğunu gösteriyor.
Elbette hukuksal düzenlemeler ya da bunların uygulanması mevcut toplum düzenin tamamen dönüştüğü anlamına gelmiyor. Bugün hâlâ kadın emeği değersizleştirilmekte, kadınlar düşük ücretli ve güvencesiz işlerde çalıştırılmakta ve temizlik, yemek yapma, çocuk yetiştirme, yaşlı bakma işleri karşılıksız biçimde kadınların omuzlarına yüklenmektedir. Kadınların çalışma yaşamına katılımı, ücrette eşitsizlik, iş yerinde ayrımcılık, cam tavan sendromu, güvencesiz ve kadını eve hapsetmek adına bir tuzak niteliğinde esnek çalışma biçimlerinin kadın işçiler yönünden yaygınlığı, kamusal kreş ve bakım evlerinin -neredeyse- olmaması gibi meseleler güncel ve acele çözüm bekleyen sorunlarıdır.
Disk-Genel İş Emek Araştırma Dairesi’nin 2025 yılına ait Kadın Emeği Raporu’nda4 erkeklerin istihdama katılımı kadınların iki katı olduğu kaydedilirken istihdamdaki kadınların yüzde 32,4’ünün kayıt dışı çalıştırıldığı, 10 milyona yakın kadının ailevi ve kişisel nedenler ve ev işleri dolasıyla çalışma yaşamına katılamadığı verileri son derece kritik. Bu veriler, meşru taleplerin yasal güvenceye kavuşması kadar bu yasaların siyasal, toplumsal yaşam ile çalışma yaşamında uygulanması, yani şekli eşitlikten öte gerçek eşitliğin sağlanması gerektiğini de ortaya koyuyor.
Ezcümle, hukuk yasaları ve uygulanışı ile hala patriyarkal kapitalist ilişkileri koruma ve yeniden üretme güdüsünü korurken kadın mücadelesi hukuk sahasında da önemli mevziler elde ediyor. Dahası bu mücadele, hukuku günbegün yeniden şekillendirip düzenin aparatı olmaktan kurtarmaya doğru emin adımlarla yol alıyor.
Kaynakça
Dipnotlar:
Editör: Sinem Yıldız
Düzelti: Sinem Yıldız
Tasarım ve Sosyal Medya: Elif Karçık, Melike Çınar, Sabâ Esin, Sinem Yıldız
Seslendirme: Filiz Kılıç
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖