Köşe Yazıları Hatice Özbay 26 Nisan 2025
Devletin Kutsalı, Tarikatın Günahı
Henüz birkaç gün önce, İsmailağa cemaatine bağlı bir yatılı Kuran kursunda 16 yaşındaki bir çocuğun, 10 -12 yaş aralığında bilinen en az beş küçük çocuğu sistematik biçimde istismar ettiği haberiyle sarsıldık. Haberi Birgün gazetesinden İsmail Arı yaptı.
Haberin devamında İsmail Arı şöyle diyor: “Bursa Emniyet Müdürlüğü’nün hazırlayıp Bursa Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderdiği fezlekeye ulaştı. İstismar skandalının soruşturması, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı yetkililerinin Bursa Cumhuriyet Başsavcılığı’na ulaşmasıyla başladı. Cemaatin Kuran kursunda kalan bir çocuğun ailesi, Aile Bakanlığı’ndan sosyal ve ekonomik destek aldığı için bakanlık yetkilileri zaman zaman aileyi ziyaret ediyordu. 18 Temmuz 2024’teki ziyarette evde bulunan çocuk, istismarı bakanlık yetkililerine anlattı. Savcılık ve emniyete bildirilen istismar, soruşturmaya dönüştürüldü.”
Ayrıntılar, karanlığın ne kadar derine indiğini gösteriyor. Bu yalnızca ‘bir çocuk’ meselesi değil. Bu, devletin göz yummasıyla büyütülmüş karanlık yapıların içinde, cezasızlıkla cesaret bulan bir istismar rejiminin güncel yüzüdür.
Tarikatlar Çocukları Yakarak Yürüyor
Bu ülkede çocuk olmak, hele yoksul bir ailenin çocuğu olmak, hele bir cemaat yurdunda büyümek, bazen yanmak, bazen susmak, bazen ölmek demek.
Ve bu suskunluk, korku ve şiddet zinciri büyürken devlet; ya seyircisi, ya ortağı. Bu ilk değil. Son da olmayacak gibi görünüyor.
Çünkü daha iki yıl önce yine aynı tarikatın bir başka uzantısı olan Hiranur Vakfı’nda, altı yaşındaki bir kız çocuğunun evlendirilmesiyle ilgili dava hâlâ sürüncemede. Hiranur Vakfı’nda yaşanan korkunç olay sonrası dahi ne cemaat dağıldı ne Diyanet konuştu ne de Aile Bakanlığı sorumluluk aldı!
Hatırlayalım, haber gazeteci Timur Soykan’ın çabaları sonrası yayınlanmış, bizler onun sayesinde haberdar olmuştuk. 6 yaşındaki (çocuk) H.K.G.’nin evlendirilmesi haberinden sonra gözler yine tarikatlara, cemaatlere, tekke ve zaviyelere çevrilmişti. Seneler sonra kemik yaşı detayı ile ortaya çıkan bu kan dondurucu olay, İsmailağa Cemaati’ne bağlı Hiranur Vakfı kurucusu Yusuf Ziya Gümüşel’in kızını 6 yaşındayken evlendirmesiydi.
Olayı hangi yanından tutsam aklım iflas ediyor, çünkü bir anne ve babanın henüz altı yaşında olan öz çocuklarını evlendirmiş olmaları ahlaki bir çürümenin neticesidir, sonuç pedofilidir, tecavüzdür.
Çocuktan gelin olmaz. Çocuk ile evlilik hiç olmaz.
Olay duyulduğu andan itibaren kadınlar başta olmak üzere çok geniş bir kesimde ve vicdanlı olan herkeste infial oluştururken, dini kesimin büyük kısmında sessizlik hâkim oldu. Konuşanlar ise, haberi gündeme taşıyan gazeteci Timur Soykan’ın tutuklanmasını isteyecek kadar ileri götürdüler linç girişimini.
Her zaman olduğu gibi olaya sebebiyet verenlerin değil haber yapanın cezalandırılmasına da alıştırıldık. Haber şöyle: “H.K.G. yıllar sonra şikayetçi oldu. 30 Ekim 2022’de İstanbul Anadolu Başsavcılığı’nın iddianamesi tamamlandı. Savcı iddianamede H.K.G.’nin anne ve babasının tecavüze göz yumduğunu anlattı. İddianamede annesi, babası ve K.İ. hakkında en az 27’şer yıl hapis cezası talep edildi. Ayrıca K.İ. için cinsel saldırı suçundan da ceza talep edildi. Delililer ortadayken hepsi serbest bırakıldı ve mahkeme 5 ay sonraya duruşma günü verdi.”
Delilleri karartmak için bu süre yeterli mi acaba? Öte yandan Hiranur Vakfından açıklama geldi: “Süreci devam eden bir davanın iddianamesinde yer alan suçlamalar, dava sonuçlanmadan sadece iddiadan ibarettir.”
H.K.G. davasında, istismar iddialarının kamuoyuna yansımasının ardından yaklaşık 10 ay sonra, 23 Ekim 2023’te ilk karar duruşması gerçekleştirildi. Bu duruşmada Kadir İstekli’ye 30 yıl, baba Yusuf Ziya Gümüşel’e 20 yıl, anne Fatıma Gümüşel’e ise 16 yıl 8 ay hapis cezası verildi. (Bianet)
Ancak, İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 20. Ceza Dairesi, verilen cezaları yetersiz bularak kararı bozdu ve dosyayı yerel mahkemeye iade etti. Yeniden görülen davada, 23 Eylül 2024’te Kadir İstekli’ye toplam 36 yıl, baba Yusuf Ziya Gümüşel’e 18 yıl 9 ay hapis cezası verildi. Anne Fatıma Gümüşel’in ise firari olması nedeniyle hakkında tutuklamaya yönelik yakalama kararı devam etti. (Birgün)
Bu süreç, istismar olayının ortaya çıkmasından yaklaşık 22 ay sonra nihai cezaların verilmesiyle sonuçlandı.
Suskunluğun Karşılığı Sosyal Yardım
Kuran kurslarına gönderilen çocukların büyük çoğunluğu, sosyal yardıma muhtaç ailelerin çocukları. Bu yardımlar, çoğu zaman sessizlikle takas ediliyor. Devletin sadakaya bağladığı yoksulluk, tarikatların cezasızlığına uygun bir zemin yaratıyor. Aileler ise ya korkudan ya çaresizlikten suskun.
Her yeni gün, bir kadın cinayeti ya da çocuk istismarı haberiyle başlıyor. Bu ülkede kadınlara ve çocuklara reva görülen karanlık, artık sistemin kendisi haline gelmiş durumda. Böyle bir düzende hangi yüzle adaletten söz edilebilir? Edilemiyor.
Bu tablo tesadüf değil. Tarikat yurtlarının ve kurslarının bu denli yaygınlaşması, doğrudan iktidarın dinci politikalarının bir sonucudur. Türkiye’de eğitim sistemi, laiklikten uzaklaştırılarak ideolojik bir mühendisliğe tabi tutuldu. Düz liseler kapatıldı, imam hatipler yaygınlaştırıldı. “Dindar ve kindar nesil” projesi, eğitimin bütün katmanlarına sirayet etti.
Unutmadık. Biliyoruz. Farkındayız. Ama yetmedi. Bu farkındalık, sokaklara taşmayan öfke; çocukları, kadınları, geleceği korumaya yetmedi. Çünkü sistem sadece suç üretmedi, aynı zamanda bu suçları sindirmeyi, normalleştirmeyi ve görünmez kılmayı da başardı.
Tek adam rejimi, her sabah bir kararnameyle, her akşam bir torba yasayla sadece ülkenin gündemini değil, çocukların eğitimini, kadınların güvenliğini ve toplumun hafızasını da yeniden şekillendirdi. Yasalar tarikatlara, cemaatlere, yoksulluğu yöneten sermaye gruplarına hizmet edecek biçimde büküldü. Eğitimin içi boşaltıldı, bilim dışlandı, sorgulama suç haline geldi.
Bu ülkede laiklik kelimesi sadece kitaplarda kaldı. Toplum mühendisliği, siyasal İslam’ın elinde bir silaha dönüştü. Kadınlara ‘fıtrat’, çocuklara ‘mahremiyet’ adı altında öğretilen şey; boyun eğmek, susmak ve itaat etmek oldu.
Halkın gözünün içine baka baka işlenen suçlara karşı adalet değil, cezasızlık örgütlendi. Çünkü bu düzen; itaatkâr vatandaşlar, sorgulamayan nesiller ve suskun anneler istiyor. Ve biz biliyoruz ki, bu cezasızlık, bu suskunluk, bu karanlık kendiliğinden dağılmayacak.
Yetmedi mi artık çocukların hayatlarının kararması? Daha kaç çocuğun geleceği bu karanlık yapılarca yok edilecek?
Tarikatlar yalnızca karanlık değil, aynı zamanda sistemli bir suç üretim mekanizmasıdır. Devlet bu mekanizmayı görmezden geldikçe, her istismar yeniden yeniden inşa edilir.
Devlet Göz Yumdu
Bu ülkede tarikatlar bir gecede kurulmadı. Bir günde de bu hale gelmedi.
Tarikatlar, yalnızca inanç toplulukları değiller. Yıllar içinde kurumsallaşmış, siyasallaşmış, ticaretle iç içe geçmiş, devlete sızmış karanlık yapılardır.
1925’te çıkarılan Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Hakkındaki Kanun, Cumhuriyet’in laiklik ilkesinin temel taşlarından biriydi. Bugün hâlâ yürürlükte. Kâğıt üzerinde…
Ancak o tarihten bu yana, bu yapılar kapatılmadı; isim değiştirerek, vakıf kisvesiyle, yurt tabelasıyla, Kuran kursu adı altında devletin göz yummasıyla büyütüldü. Yani yasalar duruyor ama uygulanmıyor. Suçlar ortada ama cezasızlık hâkim.
Her dönemin iktidarı bu yapılara alan açtı. Oy için, güç için, kadro için… Siyasal İslam yükseldikçe, tarikatlar cami köşelerinden çıkarıldı; okullara, üniversitelere, hastanelere, belediyelere, bakanlıklara kadar sızdırıldı. İnanç adı altında yürütülen bu sızma politikası, bir inanç tercihinden öte bir rejim kurma projesiydi.
Ve bu projenin en örgütlü ve tehlikeli versiyonunu FETÖ ile yaşadık. On yıllar boyunca devlete ‘himmet’le, referansla, biatle yerleştirilen kadrolar; bir sabah halkın iradesine silah doğrulttu. 15 Temmuz’da sadece bir darbe girişimi değil, cemaatlerin ve tarikatların nasıl birer paralel devlet yapılanmasına dönüşebileceği gerçeği açığa çıktı.
Ancak ders çıkarılmadı. Aksine, FETÖ’nün boşalttığı alanlar bu kez başka tarikat ve cemaatlere altın tepside sunuldu. İsimler değişti ama yöntem aynı kaldı: sadakat liyakatin yerini aldı, biat özgür düşüncenin yerine kondu.
Bugün karşımızda sadece inanç ekseninde faaliyet gösteren yapılar değil, kamusal alanı, devlet kurumlarını ve toplumsal değerleri sistemli biçimde dönüştüren güç odakları var. Tarikatlar artık yalnızca “manevi rehberlik sunan yapılar değil, ekonomik çıkar ve siyasi nüfuz ağlarının merkezidir.
Tarikatlar sadece inanç değil, nüfuz ve imtiyaz alanıdır.
Ve bu ağ, özellikle yoksul çocukları hedef alır.
Çünkü yoksulluk; sadece ekonomik değil, aynı zamanda siyasal bir kırılganlıktır. Çocukları kurslara, yurtlara, cemaat evlerine yönlendiren şey inançtan çok çaresizliktir.
Ve devlet bu çaresizliği yönetmek yerine, bu ağlarla iş birliği yapıyor.
Kapatılması gereken bir yapı, destekleniyor.
Dağıtılması gereken ağlar, teşvik ediliyor.
Laikliğe sahip çıkması gereken devlet, tam tersine bu yapılarla ortaklık kuruyor.
Ensar Vakfını Unutmadık
İsmailağa’daki istismar haberinin ardından akıllara gelen bir başka karanlık dosya daha var: Ensar Vakfı. Çünkü bu ülkede her yeni ifşa, daha önce üzeri örtülmüş bir başka felaketi hatırlatıyor.
Ensar Vakfı’nı unutmadık. Unutamayız.
Çünkü o da “bir çocuk” meselesi değildi.
2016 yılında Karaman’da, Ensar Vakfı ve KAİMDER isimli dini yapıların denetimsiz yurtlarında 45 erkek çocuğuna tecavüz edildiği ortaya çıktığında, yaşadığımız şey sadece bir istismar vakası değildi, sistematik bir suç örgütünün kanıtıydı.
Devlet denetlememişti. Aileler güvenmişti. O çocuklar, dini eğitim kisvesi altında kurulan bir cemaat sisteminin dişlilerine terk edilmişti. Ve hatırlayalım, Ensar Vakfı o günlerde yalnız bırakılmadı. Vakfa sahip çıkan siyasetçiler, vakfı eleştirenleri “ahlaksızlıkla” suçladı. Bugün bile Ensar’a kamu kaynaklarının akmaya devam ettiği biliniyor. Devletle kurduğu ilişkinin kesilmediği de anlaşılıyor.
Çünkü mesele birkaç sapığın yaptığı bireysel suçlar değil. Mesele, bu yapıların korunduğu, desteklendiği ve sorumsuz bırakıldığı bir sistem. Bu yüzden hâlâ her gün yeni bir yurt, yeni bir kurs, yeni bir “vakıf” istismar haberiyle anılıyor.
Bu yüzden çocukların güvenliği değil, tarikatların itibarı korunuyor.
Ensar, yalnızca bir istismar değil; bir dönüm noktasıydı. Ve biz bu dönüm noktasını yeterince sorgulamadık, üzerine gidemedik. Eğer o gün hesap sorulsaydı, sorulabilseydi belki bugün İsmailağa’nın, Hiranur’un adını bu kadar sık duymayacaktık.
“Bir kereden bir şey olmaz” Zihniyetinin Karanlığı
Karaman’da Ensar Vakfı’nda 2016 yılında ortaya çıkarılan cinsel istismar skandalı, sadece Türkiye’nin çocukları nasıl koruduğuna dair değil, aynı zamanda devletin tarikat yapılarıyla nasıl bir ilişki içinde olduğuna dair de derin bir soru işareti bıraktı. 45 erkek çocuğuna yönelik istismar olayları, o dönemdeki Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı’nın ve Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Sema Ramazanoğlu’nun açıklamaları ile adeta meşrulaştırılmaya çalışıldı. Bu olayın hemen ardından, dönemin Aile Bakanı Ramazanoğlu’nun “Bir kereden bir şey olmaz” demesi, devletin bu tür yapılar karşısındaki zayıf duruşunun bir örneği oldu. Bu açıklama, adaletin ve çocukların haklarının ne denli önemsizleştirildiğini gözler önüne serdi.
Ensar Vakfı ve diğer benzer vakıfların faaliyetlerini (sözde) denetleyen ve denetlemeyi reddeden devlet, bu yapıların güçlenmesine zemin hazırlamaya devam etti. Sosyal yardımlarla güçlenen bu yapılar, yoksul aileleri hedef alarak çocukları kendi ideolojik dünyalarına dahil etmeyi başardı. Devletin, tarikatların ve cemaatlerin eğitim alanındaki denetimsizliğine göz yumması, daha fazla çocuğun mağduriyetine neden oldu.
Tarikatlar ve cemaatler, sadece eğitim alanlarında değil, aynı zamanda sosyal yardımlar ve kamu kaynakları aracılığıyla da hızla büyümeye devam etti. Çocukların eğitim hakkı, bir ideolojik tercih meselesi haline getirildi. Ensar Vakfı örneğinde olduğu gibi, devletin sessizliği ve hatta zaman zaman desteği, bu yapıların kendi yasalarını dayatmalarına olanak sağladı. Çocuklar, devletin göz yummasıyla, bu yapılar içinde birer kurban haline geldi.
Bugün, Ensar Vakfı’ndaki cinsel istismar olayları, sadece bir vakfın sorumsuzluğuyla değil, aynı zamanda devletin bu tür karanlık yapılarla olan güçlü ilişkisiyle de açıklanabilir. Devletin sağladığı güvenceler tarikatların suçlarını örtbas ederken, çocukların güvenliği sadece bir temenni olmaktan öteye geçemedi.
Tıpkı Ensar gibi, denetimsizliğin bedelini yine çocuklar ödedi:
Adana Aladağ’da 11 kız çocuğu, Süleymancılara ait kaçak bir kız öğrenci yurdunda çıkan yangında feci şekilde can verdi. Kaçak yapılı bir tarikat yurdunda, gece saatlerinde çıkan yangında 11 kız çocuğu feci şekilde can verdi. Yangın merdiveni kilitliydi. Kapılar da dışarıdan kilitlenmişti. Elektrik tesisatı defalarca şikâyet edilmişti. Yurt, Ensar benzeri bir yapıda, kendilerini “Süleymancılar” olarak tanımlayan, devletin göz yumduğu bir dini yapılanmanın kontrolündeydi. Bu çocuklar devletin yurdunda değil, devletin gözlerini kapattığı bir karanlıkta yanarak öldü. Yangında çocukların yanında bir eğitmen de hayatını kaybetti. Elektrik kontağından çıktığı bildirilen yangın, ihmaller zincirinin sonucuydu.
Devlet Eliyle Suskunluk: Ensar’dan Aladağ’a, Gerger’e, Kilis’e…
Adıyaman’ın Gerger ilçesinde 2000’li yıllarda, dini bir yapıya bağlı olduğu öne sürülen bir köyde en az 18 erkek çocuğun yıllarca cinsel istismara uğradığı iddiaları gündeme geldi. Olay, ancak yıllar sonra kamuoyuna taşınabildi. Yargılama süreci, istismarın üzerinin uzun süre örtüldüğünü ve faillerin korunduğunu ortaya koydu.
Bu dava, Türkiye’de çocukların güvenliği ve eğitim kurumlarındaki denetim eksiklikleri konularında önemli tartışmalara yol açtı. Ayrıca, olayın kamuoyuna duyurulması sürecinde, bazı gazetecilere ve siyasetçilere baskı yapıldığı iddiaları da gündeme geldi. (sendika.org)
Gerger vakası, çocukların korunması ve eğitim kurumlarında denetimin sağlanması gerekliliğini bir kez daha gözler önüne serdi.
Bu örnekler bize gösteriyor ki mesele yalnızca “birkaç sapığın” suçu değil. Mesele; bu yapıların korunduğu, desteklendiği, sorumsuz bırakıldığı bir düzenin ta kendisi.
Ensar, Aladağ, Gerger… Hepsi bir zincirin halkaları. Ve biz her halkada biraz daha alıştırılıyoruz bu karanlığa. Evet, Ensar Vakfı’nı unutmadık. Unutamayız da. Çünkü bu, “bir çocuk” meselesi değildi.
45 erkek çocuğuna tecavüz edildiği ortaya çıktığında, yaşadığımız şey bir istismar vakası değil; sistematik bir suç düzeninin ifşasıydı. Devlet denetlememişti. Aileler güvenmişti.
Ama Ensar tek değildi. Hatırlayalım; Kilis’te 14 çocuk, Dikili’de 9 çocuk, Erzurum’daki bir Kuran kursunda 10 çocuk.
Kilis KYK Kız Öğrenci Yurdunda taciz
2024 yılının Kasım ayında, Kilis’teki KYK Kız Öğrenci Yurdu’nda bir yurt çalışanının bir öğrenciye cinsel tacizde bulunduğu iddiası gündeme geldi. Olayın ardından şüpheli tutuklandı ve yurt müdürü görevden alındı. Öğrenciler, tacize karşı yurt önünde protesto düzenleyerek tepkilerini dile getirdiler. (Evrensel)
İzmir Dikili’de özel yurtta cinsel istismar
2017 yılında İzmir’in Dikili ilçesindeki Süleymancılar Tarikatı’na ait özel bir erkek öğrenci yurdunda, temizlik görevlisi Ömer Faruk E.’nin 9 erkek öğrenciye cinsel istismarda bulunduğu ortaya çıktı. Yargılama sonucunda sanık 53 yıl 1 ay hapis cezasına çarptırıldı. (Hürriyet, İleri Haber)
Erzurum’da Diyanet’e bağlı Kuran kursunda cinsel istismar
2021 yılında Erzurum’un Palandöken ilçesinde, Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı Hacı Bahattin Evgi Yatılı Erkek Kuran Kursu’nda yaşları 10 ile 11 arasında değişen 7 çocuğun cinsel istismara uğradığı belirlendi. Olayın ardından kurs görevlisi tutuklandı ve hakkında 119 yıl 6 ay hapis cezası verildi. (Evrensel)
Liste uzuyor. Suçlar birbirini tekrar ediyor.
Türkiye’de Kuran kurslarında yaşanan çocuk ölümleri, kamuoyunda derin endişe ve tartışmalara yol açtı. Bu olaylar, denetimsiz dini eğitim kurumlarının çocukların güvenliği üzerindeki etkilerini ve devletin sorumluluğunu yeniden gündeme getirdi.
Muş’ta 12 yaşındaki M.H.Y.’nin şüpheli ölümü: 3 Temmuz 2021’de Muş’un Karşıyaka Mahallesi’ndeki bir Kuran kursunda yatılı kalan 12 yaşındaki M.H.Y., tuvalet kapısının koluna kemerle asılmış halde bulundu. (Bianet)
Şanlıurfa’da 12 yaşındaki Abdülbaki Dakak’ın şüpheli ölümü: Haziran 2023’te Şanlıurfa’nın Eyyübiye ilçesinde, resmi izni olmayan bir Kuran kursunda yatılı eğitim gören 12 yaşındaki Abdülbaki Dakak, kursun yanındaki ahırda asılı halde bulundu. (Tele1)
Fatih’teki Kuran kursunda 6 yaşındaki çocuğa şiddet uygulanması: Görüntüler sosyal medyaya düştü, ama cemaatin kurumu kapatılmadı.
Cemaat içi cinsel istismar vakaları: Bazı istismar mağdurları yıllar sonra konuştu, ancak failler cemaat içi “sulh” yoluyla korunmaya çalışıldı.
Evlilik yaşının küçültülmesi çağrıları: Bazı cemaat üyeleri kamuya açık konuşmalarında “ergenlik çağı evlilik için yeterlidir” diyerek erken evliliği teşvik etti.
Bu trajik olaylar, denetimsiz dini eğitim kurumlarının çocuklar üzerindeki olumsuz etkilerini ve devletin bu kurumlar üzerindeki denetim eksikliğini açıkça gözler önüne seriyor.
Ve ortak nokta hep aynı: Tarikatların eli, çocukların hayatına devlet eliyle uzanıyor. Bu yapıların yasadışı yurtları, denetlenmeyen kursları, devletle kurdukları bağlar, hiçbir zaman “münferit” olmadı. Bugün hâlâ kamu kaynaklarından bu karanlık yapılara para aktığı biliniyor. Çocukların güvenliği değil, bu yapıların itibarı korunuyor.
Ensar bir istismar değil, bir dönüm noktasıydı. Ama biz o dönemeçte duramadık, durduramadık.
O gün hesap sorulsaydı, sorulabilseydi belki bugün İsmailağa’nın, Hiranur’un, Süleymancıların isimlerini bu kadar sık duymayacaktık. Ama devlet sustu. Hatta zaman zaman konuştu ve destekledi.
Bu, birkaç sapığın hikâyesi değil. Bu, organize bir suskunluk rejimi.
Ve o rejimde her sessizlik, yeni bir çocuğun çığlığına dönüşüyor.
Yasaların askıya alındığı, yasadışılığın meşrulaştırıldığı bir rejim ile yönetiliyoruz.
Bugün Türkiye’de yalnızca hukukun eksik uygulanmasından değil, kimi yapılar için hukukun bilinçli olarak askıya alınmasından söz ediyoruz. Tarikat ve cemaat yapıları, çocuk yaşta evlilikler, denetimsiz eğitim kurumları, sosyal yardımlar aracılığıyla siyasal nüfuz gibi birçok alanda açıkça hukuk dışı faaliyetler yürütüyor ve cezasız kalıyorlar. Hatta çoğu zaman bu fiili durum, doğrudan devlet eliyle meşrulaştırılıyor.
Ama yasalar çok açık:
Türk Medeni Kanunu’nun 124. maddesi açıkça, erkek ve kadının 17 yaşını doldurmadan evlenemeyeceğini belirtirken, 18 yaşını dolduran herkesin ise yasal temsilci iznine gerek olmaksızın evlenebileceğini düzenler. Ancak Hiranur Vakfı’nda 6 yaşında bir çocuğun evlendirilmesi örneği, bu açık yasal hükmün dahi uygulanmadığını ve göz ardı edildiğini göstermektedir.
Anayasa’nın 42. Maddesi; eğitimin devlet gözetiminde, çağdaş ve bilimsel esaslara göre yapılmasını emrederken; günümüzde denetimsiz kurslar, kaçak yurtlar ve dini cemaatlerin kontrolündeki sözde eğitim kurumları bu anayasa hükmünü fiilen yok saymakta, çocukların laik ve bilimsel eğitim hakkını gasp etmektedir.
Çocuk Haklarına Dair Sözleşme Madde 19 (Türkiye’nin de 1995’te imza atmış olduğu), çocukları her türlü istismardan korumayı taahhüt ederken; 45 erkek çocuğunun Ensar Vakfı çatısı altında sistematik şekilde istismara uğradığı olayda bu taahhüt açıkça çiğnenmiş, çocukların güvenliği uğruna atılması gereken adımlar, cemaat dokunulmazlığına feda edilmiştir.
Türk Ceza Kanunu’nun 103. maddesi, çocuğun cinsel istismarını ağır bir suç olarak tanımlar ve en az on yıl hapis cezası öngörürken, yasanın uygulanmaması çocukları korumasız bırakmakla kalmıyor; tarikat ve cemaat yapılanmalarının adalet karşısında neredeyse dokunulmaz hale gelmesine yol açıyor. Tüm bu suçlar çoğu zaman cezasız kalıyor, üstü örtülüyor ya da “örtülmek isteniyor”.
Neden? Çünkü tüm bu yasalar yürürlükte olmasına rağmen, söz konusu tarikat ve cemaatler olduğunda devlet aygıtı ya görmezden geliyor ya da koruma sağlıyor. Bu da Türkiye’de fiili bir yasasızlık rejimi doğuruyor. Yasaların yalnızca muhaliflere, kadınlara, yoksullara ve çocuklara işletildiği; iktidara yakın yapılar içinse askıya alındığı bir düzen.
Bu nedenle mesele sadece bireysel suçlar, münferit olaylar değil. Sistematik bir suç örgüsünün, yasal zemin üzerinde dokunulmazlık kazandığı bir siyasal yapı ile karşı karşıyayız.
Devletin Kapitalist Dönüşümü ve Cezasızlık
Türkiye’de tarikat ve cemaat yapılarının faaliyetleri yalnızca inanç çerçevesinde değil, doğrudan sosyal yaşamı etkileyen birçok alana yayılmış durumda. Çocuk yaşta evlilikler, denetimsiz kurslar, kaçak yurtlar ve dini kisve altında yürütülen “sözde eğitim” faaliyetleri; yalnızca birey haklarını ihlal etmiyor, aynı zamanda mevcut hukuk sisteminin etkinliğini de sorgulatıyor. Bu yapılara yönelik cezai işlem yapılmaması, hatta bazı durumlarda kamu kaynaklarıyla desteklenmeleri, bu yapıların fiilen dokunulmazlık kazanmasına neden oluyor. Yani hukuk devleti ilkesi yalnızca kâğıt üzerinde kalıyor, tarikat ve cemaatlerin faaliyetleri ise devlet eliyle meşruiyet kazanıyor.
Bu durum, devletin yapısal dönüşümünün sonucudur. Kapitalist sistem içerisinde devlet, artık yalnızca tarafsız bir hakem değil; sermaye sınıfının çıkarlarını önceleyen bir aktör haline gelmiştir. Bu dönüşümle birlikte, “cezasızlık politikası” sistematikleşmiş; hukuksuzluk ise neredeyse olağan hale gelmiştir.
Tarikatlar ve cemaatler bu ortamdan güç alarak toplumsal hayata daha fazla nüfuz edebilmekte; özellikle çocuklar ve kadınlar, bu yapıların ideolojik etkisine açık hale gelmektedir. Bu, yalnızca dini bir sorundan ibaret değildir; aynı zamanda patriyarka ve kapitalizmin iç içe geçtiği bir sosyal düzen sorunudur.
Devletin göz yumduğu her istismar vakası, yalnızca bireysel bir trajedi değil; aynı zamanda eşitsizliğe dayalı bu düzenin nasıl işlediğini gösteren somut birer örnektir. Bu nedenle çözüm yalnızca bireysel vakaları yargılamak değil, bu yapıları mümkün kılan sistemi sorgulamak ve değiştirmek olmalıdır.
Kadınların Haklı İsyanı: “Çocuk Susar, Sen Susma”dan Bugüne
Tarikatların dokunulmazlığı, çocuk istismarına dair davaların kapatılmaya çalışılması, kadın cinayetlerinde faillere verilen ceza indirimleri… Bunların hepsi karşısında ilk ayağa kalkanlar kadınlar oldu.
2016 yılında Ensar Vakfı olayının ardından “Çocuk susar, sen susma” sloganı ülke çapında yankılandı. Sokaklar doldu. Kadın örgütleri, bağımsız platformlar ve bireyler, davaları adım adım takip etti.
Yine hatırlayalım Karaman’da istismara uğrayan çocuklar için, Hiranur Vakfı’nda evlendirilen kız çocuğu için, Aladağ’da yanarak can veren kız çocukları için… Her yerde kadınlar adaletin çağrıcısı oldu.
Bu öfke, yalnızca tekil vakalara yönelik değildi.
Kadınlar, bu düzenin yasaları uygulamayan, suçluyu koruyan ataerkil ve patriyarkal yapısına karşı ayağa kalktı.
“Bir kereden bir şey olmaz” diyen bakanlara karşı,
“Tecavüzcüsüyle evlensin” önergesi getiren Meclis’e karşı,
İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararına karşı…
6284 uygulansın diye her seferinde de meydanlardaydık.
Çünkü kadınlar çok iyi biliyordu ki, bu düzen, çocukları tarikatlara, kadınları ise ataerkil ve patriyarkal yapıya teslim eden bir düzendir. Ve bu düzenden ancak birlikte çıkılır.
Sosyal medyada örgütlenen kampanyalar, sokakta büyüyen protestolar, dava salonlarında verilen destek… Kadın hareketi, bu cezasızlık rejiminin en büyük muhalefeti haline geldi.
Her istismar haberine karşı gösterilen refleks, toplumu harekete geçiren bir mekanizma yarattı. Kadınlar, yasaların uygulanması için sokaklara çıktı. Çocuklar, istismar karşısında sessiz ve yalnız kalmasın saikiyle davalar duruşma duruşma takip edildi.
Tarikatlara karşı çıkanlar yalnız kalmasın diye kadınlar örgütlendi, yayıldı, dayanıştı. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı verildiğinde milyonlar, “Vazgeçmiyoruz!” diye haykırdı. Çünkü o sözleşme, kadınların ve çocukların yaşam güvencesiydi.
Umut da Direniş de Kadınlarda
Bugün, bu karanlık tabloya rağmen bir umudumuz varsa, bu kadınların yılmadan sürdürdüğü direniştir, isyandır. Çünkü kadınlar sadece faile değil, onu koruyan sisteme karşı mücadele ediyor. Her yürüyüşte, her dövizde, her haykırışta bu mücadeleyi büyütüyor.
Kadınların öfkesi; yalnızca bastırılmış bir acı değil, politik bir iradedir: Yeni bir toplumsal sözleşme kurma iradesi.
Ve işte tam da bu yüzden, yasaların askıya alındığı bu sistemde, kadınların mücadelesi en gerçek mücadeledir.
Çünkü kadınlar şunu çok iyi biliyor: Bu düzen çocukları tarikatlara, kadınları ataerkiye teslim eden bir düzen.
Kadınlar, sadece kendi hakları için mücadele etmiyor, aynı zamanda toplumsal ve sınıfsal eşitsizliklere karşı bir direniş hareketinin de parçası olarak savaşıyor. Sosyalist kadın hareketi, patriyarka karşısındaki mücadelesini sadece cinsiyet eşitliği ile sınırlamaz. Bu hareket, aynı zamanda kapitalizmin kadınları ve toplumu nasıl sömürdüğünü de sorgular. Kadınlar, devletin desteğiyle büyüyen ve güçlenen tarikatlar karşısında mücadele ederken, bu mücadelenin toplumsal dönüşümü hedefleyen bir çaba olduğunu bilirler. Sosyalist feminist kadın hareketleri, patriyarkanın ve kapitalizmin birbirini besleyen yapısını yok etmeyi hedeflerken, aynı zamanda sınıfsal eşitsizliğe karşı da direnmektedir.
Yasasızlık Rejimi ve Kadınların İsyanı
Bugün Türkiye’de yaşadığımız şey yalnızca “hukukun eksik uygulanması” değil, bazı yapılar için hukukun tümden askıya alınmasıdır. Tarikat ve cemaatlerin denetimsiz yurtlarında çocuklar yanıyor, istismara uğruyor, ölüme sürükleniyor ama sorumlular yargılanmıyor. Çünkü bu yapılar yalnızca dini değil, aynı zamanda siyasal birer güç odağına dönüşmüş durumda. Devlet ise bu yapılar karşısında ya sessiz ya da açıkça yanlarında.
Anayasa’ya göre eğitim laik. Medeni Kanun’a göre çocuk evliliği suç. Ceza Kanunu’na göre kamu denetimi olmayan yapılarda çocuk barındırmak suç.
Ama fiili durumda ne eğitim laik, ne de söz konusu fiiller suç…
Ve bu düzen kadınlara hep aynı şeyi söylüyor: “Sus. Kabul et. İtaat et.”
Ancak bu ses kadınlardan karşılık bulmuyor.
Çünkü kadınlar artık yalnız değil, kız kardeşleri var.
Şule Çet davasında, Şenyaşar ailesinin yanında, İpek Er’in adını bağıran ve “6 yaşında gelin olmaz!” diye haykıran kalabalıklarda aynı öfke yankılanıyor: Yeter artık!
Bu yasasızlık rejimi kadınları hedef alıyor, ama kadınlar birbirlerine sarılarak karşı koyuyorlar. Sadece İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasına değil; bu düzenin tümüne itiraz ediyorlar.
Kadınlar artık sadece adalet talep etmiyor. Bu düzeni yıkmak, yerine eşit, özgür, laik, yaşanası bir hayat kurmak istiyorlar. Bu yüzden onların isyanı yalnızca kadınlar için değil. Hepimiz için.
Ve bu isyan, sadece bir kadının ya da bir grubun mücadelesi de değil. Rosa Luxemburg’un sözleriyle: “Kapitalizm ve patriyarka, aynı sınıfsal ve toplumsal yapının iki farklı yüzüdür. Bunlara karşı verilen mücadele de tek bir mücadeledir: Emekçilerin, ezilenlerin, kadınların ortak mücadelesi.”
Kadınların isyanı, tarihsel bir sürekliliğe sahiptir. Çoğunluğun sustuğu, göz yumduğu, sistemin çürümüşlüğüne karşı tek başına direnen kadınlar, bugün de aynı sesi yükseltiyor: Yeter artık!
Bu isyan, sadece hukuksuzluğa karşı değil, her türlü ezmeye, baskıya, sömürüye karşı bir direniştir. Kadınlar, eşitlik, özgürlük ve adalet için, sadece kendi yaşamlarını değil, tüm toplumu özgürleştirme mücadelesi veriyorlar.
Hep birlikte haykırıyoruz: Yeter Artık!
Önemli not: Bu yazıda geçen “devlet” ifadesi, sadece bürokratik bir yapıyı değil, devletin yönetimini elinde bulunduran iktidar blokunu ifade etmektedir. Bu, çoğu zaman devletin yüksek kademelerindeki yöneticiler, siyasi iktidar sahipleri ve onların ideolojik araçlarıyla şekillenen bir yapıdır. Bugün Türkiye’de, devlet denildiğinde, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne dayalı, tek adam yönetimi ve bu yönetimin toplumsal ve ekonomik yapıları şekillendiren politikaları anlaşılmalıdır. Bu yönetim, sermaye sınıfının çıkarlarını koruma amacını güderken, aynı zamanda patriyarkal düzeni sürdürme, kadınların, LGBTİ+ bireylerin, çocukların ve ezilen grupların haklarını gasp etme yönünde de bir işlev görmektedir.
Editör: Şöhret Baltaş
Düzelti: Şöhret Baltaş
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Sinem Yıldız
Seslendirme: Filiz Kılıç
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖