Background

Kadın Mahpusların Hakları, Cezaevi Uygulamaları, Hak İhlalleri ve Hakikat

Hatice Özbay

24 Kasım Akşamı İstanbul Barosu’nda Tanıklık Ettiklerim

24 Kasım 2025 Pazartesi, saat 19.00’a doğru İstanbul Barosu’nun koridorlarından içeri adım attığımda bir etkinliğe değil; bir yüzleşmeye girdiğimi hissettim. Genç Avukatlar Meclisi ile Kadın Hakları Merkezi’nin birlikte düzenlediği “Kadın Mahpusların Hakları, Cezaevi Uygulamaları, Hak İhlalleri ve Hakikat” başlıklı toplantı, salonun her köşesine yayılmış sessiz bir gerilimle başlamıştı. Dışarıdaki soğuk havayı üzerimizden atamadan yerlerimize oturduk; çünkü konuşulacak olanlar Türkiye’nin bugününü ve mahpus kadınların gerçeğini en çıplak hâliyle önümüze koyacaktı.

Bu toplantı, son yıllarda yalanın hakikat kılığına sokulduğu, gerçeğin sisteme tehdit sayıldığı bir ülkede; kadınların hapishanelerde maruz kaldıkları yokluğun, görünmezliğin ve sistematik eşitsizliğin masaya yatırıldığı bir buluşmaydı. Salona baktığımda, yıllardır duruşma salonlarında, sokaklarda, şiddete maruz bırakılmış kadınların yanında duran genç avukatları, kadın örgütlerinin temsilcilerini ve aktivistleri gördüm. Bu ülkede gerçekleri savunmak, artık mahkeme salonlarından çok cezaevlerinin duvarlarına çarpan bir eyleme dönüşmüş durumda. O akşam yalnızca bir izleyici değil, bir tanık olduğumu biliyordum.

Toplantının açılışı, İstanbul Barosu Kadın Hakları Merkezi Yürütme Kurulu Üyesi Av. Bilge Hilal Bilgin tarafından yapıldı. Bilgin, etkinliğin önemine vurgu yapan kısa bir giriş konuşmasının ardından oturumun akışını paylaştı ve konuşmacıları sırasıyla takdim ederek ilk sözü Av. Lütfiye Nalan Ermiş’e bıraktı. Böylece hem Kadın Hakları Merkezi’nin hem de Genç Avukatlar Meclisi’nin ortak emeğiyle hazırlanan bu buluşmanın çerçevesi çizilmiş oldu.

Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği: Hukukun Kırılma Noktası

Etkinlik, Genç Avukatlar Meclisi Yürütme Kurulu üyesi Av. Lütfiye Nalan Ermiş’in güçlü konuşmasıyla başladı. Ermiş; genç avukatların yıllarca baro içinde söz hakkı elde etmek için mücadele verdiklerini, genç avukatların temsiliyetsizliğinin yalnızca örgütsel bir “eksiklik” değil; hukukun demokratikleşmesi açısından da ciddi bir sorun olduğunu anlattı.

İstanbul Barosu’nda genç avukatların iradesinin geçmişte ya dikkate alınmadığını ya da üye olma şartına sıkıştırıldığını hatırlatarak, “Genç avukatların mesleki sorunlarını görünür kılmak, baro ile ilişkilerini güçlendirmek ve dayanışmayı artırmak için faaliyetlerimizi sürdürüyoruz” dedi.

Ermiş, genç avukatların savunma mesleğinin geleceği olduğunun altını çizerek, eşit, özgür ve adil bir toplum düzeni için hukukun rolü üzerine düşünmenin zorunluluğunu vurguladı.

Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Alt Çalışma Grubu’nun hazırladığı ilke kararlarının Anayasa, Avukatlık Kanunu, CEDAW ve “asla ama asla vazgeçmediğimiz İstanbul Sözleşmesi” ne dayandığını belirtti. Bu kararların toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesinin güvence altına alınmasını ve önleyici, koruyucu mekanizmaların geliştirilmesini esas aldığını söyledi.

Konuşmanın en çarpıcı bölümü, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin cezaevlerindeki görünürlüğüne ilişkindi. Ermiş’in konuşmasının temel omurgasını şu cümle oluşturuyordu: “Cezaevleri; toplumsal cinsiyet temelli eşitsizliklerin en açık biçimde görüldüğü, hak ihlallerinin en yoğun şekilde meydana geldiği mekânlar.”

Bu yalnızca hukuki bir analiz değil; Türkiye’nin siyasi atmosferine dair bir gerçeğin ifadesiydi. Ermiş; erkek egemen zihniyetle inşa edilen hapishanelerin kadınlar ve translar açısından ayrımcılığın, kötü muamelenin ve şiddetin en somutlaştığı alanlardan biri olduğunu söyledi. Kadınların ve trans bireylerin toplumda maruz kaldıkları ayrımcılık ve şiddetin hapsedilmeyle birlikte katmerlenerek büyüdüğünü vurguladı.

“Hakikat daha da ağırlaşıyor” diyerek, erkek egemen toplum düzeni ile cezaevi koşullarının birleştiği noktada şiddetin görünür kılınması için her zamankinden daha fazla düşünmeye ihtiyaç olduğunu söyledi.

Sağlık hakkına erişim, beden dokunulmazlığı, hijyen koşulları ve beslenme imkânı gibi insanca ve onurlu bir yaşam hakkının gereği olan mahpus haklarının, kadın ve trans mahpusların özgül gereklilikleri gözetilerek sağlanmasının hukuksal, siyasal ve toplumsal düzlemde kalıcı çözümler gerektirdiğini ifade etti.

Kadın Mücadelesine Duyulan Saygı: Bu Buluşmanın Anlamı

Ermiş, bu etkinliğin bir gün öncesinin 25 Kasım olmasının özel önemine de değindi.
Kadınların şiddete karşı uluslararası mücadelesi, yalnızca sokaklarda değil; cezaevlerinin derinliklerine kadar uzanan bir hat üzerinde sürüyor.

“Kısacası toplumsal cinsiyet eşitsizliğine karşı hak ve adalet mücadelesinde biz genç avukatlar olarak üzerimize düşenlerin izini beyaz perdenin tanıklık ettikleriyle sürelim istedik.
Ne mutlu ki bu fikir Kadın Hakları Merkezi ile ortak yürüttüğümüz çalışma neticesinde ve elbette Kadın Hakları Merkezi Yürütme Kurulu üyelerimizin müktesebatı ile buluşarak çok kıymetli bir anlama, biçime ve birlikteliğe varmış oldu.
Bugün, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nden sadece 1 gün öncesinde,
Bu salonda, İstanbul Barosu çatısı altında,
Yıllardır sokaklarda, meydanlarda, duruşma salonlarında kadın mücadelesini omuzlayan, büyüten ve şartlar ne olursa olsun mücadele etmekten bir an geri durmayan kadınlar olarak
İşte buradayız!”

Bu cümleler, salondaki tüm kadın avukatların tarihsel rolünü daha da görünür kıldı.

Ermiş, konuşmasını Gezi tutsaklarından Çiğdem Mater’in 2–2,5 yıl önce kamuoyu ile paylaştığı tampon talebini hatırlatarak sürdürdü. Mater’in regl döneminde ped yerine tampon talep ettiğini, ancak bu talebin bir erkek doktor tarafından “Türk kadını tampon kullanmaz.” denilerek reddedildiğini aktardı. Bu küçük gibi görünen anekdotun, kadınların ve transların cezaevlerinde maruz kaldığı ayrımcılığın ve şiddetin ne kadar çok yönlü olduğunu; en sıradan ve gündelik ihtiyaçlarda dahi kendini hissettirdiğini açıkça gösterdiğini söyledi.

Gerçeğin Perdesi: Çiğdem Mater’in Videosu

Ardından Çiğdem Mater’in YouTube’da yayımlanan videosu izletildi. Mater’in sesi salonda yankılanırken hepimiz aynı gerçeği düşündük:
Bu ülke, gerçeğin kendisinden korkuyor.

Mater’in sakin ama keskin anlatımı, Türkiye’de hakikatin nasıl cezalandırıldığına dair sessiz kalmış bir belge gibiydi. Her cümlesi, devletin gerçeği nasıl susturduğunu ve hakikati seslendirenleri nasıl hedefe koyduğunu gösteriyordu. Videoda konuşan kişi yalnızca bir sinemacı değil; adalet düzeninin çürümüşlüğünü en yakından deneyimlemiş bir tanıktı.

Ve o video salonda ağır bir sessizlik bıraktı.

Mektubun Salonda Yarattığı Sessizlik

Videonun ardından Çiğdem Mater’in Bakırköy Kadın Cezaevi’nden gönderdiği mektubu Av. Berfin Danış okudu. O mektup, kelimeleriyle değil, sessizliğiyle salona çöktü.

Mektupta Mater şöyle diyordu:
“Hayatta en çok mensubunu tanıdığım meslek grubu avukatlar oldu. Hapiste olduğunuzda avukat görüşü dışarıyla nefes bağınız oluyor.”

Bu cümle yalnızca bir duygu ifadesi değildi; Türkiye’de cezaevi rejiminin kadınları nasıl izole ettiğinin somut bir göstergesiydi.

Bakırköy’den Yükselen Mater’in Sesi

Çiğdem Mater’in mektubu okunurken salonda çıt çıkmıyordu; çünkü mektup yalnızca bir anlatı değil, Bakırköy Kadın Cezaevi’nden yükselen bir tanıklıktı. Mater, mektubunun daha ilk satırlarında “üç yıldır zorunlu ikametgâhım olan Bakırköy Kadın Cezaevi” diyerek hapishanenin bir mekândan öte, memleketin bir uzantısı olduğunu hatırlatıyordu.

Genç Avukatlar ve Kadın Hakları Merkezi’nden gelen kadınlarla yaptığı görüşmenin hemen sonrasında yazdığı satırlar, cezaevinin dışarıyla kurduğu ilişkinin ne kadar kırılgan ve aynı zamanda ne kadar yaşamsal olduğunu gösteriyordu.

Mater, hapishaneye girdiğinden beri en çok tanıdığı meslek grubunun avukatlar olduğunu söylüyor; yüzlerce avukatla tanışmış olmasını “saçma ama durumu anlatan bir gerçeklik” diye aktarıyordu. “Bir insan neden bu kadar çok avukat tanır?” diye sorarken, memleketin hukuk iklimine dair acı bir ironi kuruyordu.

Mektubun en çarpıcı yönlerinden biri, avukat–mahpus ilişkisinin nasıl bir hayatta kalma bağına dönüştüğünü anlatmasıydı. Tutuklanmadan önce avukatlığı mahkeme salonlarıyla özdeşleştirdiğini, Bakırköy’de ise bunun tamamen değiştiğini yazıyordu:

Avukat görüşü dışarıyla nefes bağınız oluyor.”

Mater, avukatının aynı zamanda arkadaşı olmasının kendisinde yarattığı güven duygusunu aktarırken bir uyarıda da bulunuyordu: “Tutuklanmak için gerekçeye pek ihtiyaç duyulmayan bu ülkede, avukatların yakın arkadaşlarının vekâletini alırken iki kere düşünmesi gerektiğini…”
Bu cümle salonda buruk bir gülümsemeyle karşılandı.

Mektup ilerledikçe, hapishanenin gündelik detayları ülkenin politik gerçekliğiyle birleşiyordu:

  • İnfaz avukatlığı terimini tutuklanınca öğrenmesi,
  • Cezaevi ziyaretine kemersiz gelen erkekler ve balensizsütyen takan kadınlar,
  • “Ötmeyen cezaevi kıyafetleri”,
  • Her cezaevinin kendi kurallarını yaratması…

Mater bunu şöyle özetliyordu:

“Yıllarca üniversiteler özerk olsun diye yırtındık; meğer cezaevleri özerkmiş.”

Bu cümle salonda acı bir iç çekiş yarattı.

Mektubun bir diğer önemli kısmı, avukat görüşlerinin mahpuslar için nasıl bir “terapi, dayanışma ve yol arkadaşlığı”na dönüştüğünü anlatmasıydı. Haftada yalnızca 10 dakika telefon, 45 dakika cam arkasından aile görüşü olan bir düzen içinde, avukatın dışarıyla tek gerçek bağ haline geldiğini söylüyordu:

“Beni delirmekten koruyan şey, normalimin avukatlar tarafından sürdürülmesiydi.”

Mater, kendisini yalnız bırakmayan avukatlarının hepsinin kadın olmasına özellikle dikkat çekiyor; Diren, Yasemin, Deniz, İlayda ve Hürrem’i tek tek anıyordu. “Benim kadar kalabalık ve şanslı olmak burada azınlık olmak demek” cümlesi, Bakırköy’deki kadınların çoğunun neden desteksiz kaldığını acı şekilde açıklıyordu.

Bakırköy Kadın Cezaevi’ni “1500’ü aşan mevcuduyla büyücek bir kadın kasabası” olarak tarif ediyor; çoğu adli olan, farklı ülkelerden yüzlerce kadının ortak noktasının ailesiz, avukatsız, parasız olmak olduğunu yazıyordu. Dosyalarını takip eden kimsenin olmaması, çevirmen olmadan tutuklanan yabancı kadınların hikâyeleri, derin yoksulluğun özellikle kadınları vurduğunu anlatıyordu.

Mektubun sonunda ise çağrısı çok netti: Bakırköy’de çoğu adli nedenle tutuklu çok sayıda kadının desteğe ihtiyacı var. Dosyalarını takip edecek, haklarının peşine düşecek insanlara.

Mater’in mektubu; Bakırköy’ün kutu gibi odalarını, izbe avukat görüşlerini, keyfi kuralları, dayanışmayı ve yalnızlığı bir arada resmeden, salondaki herkesi hem yaralayan hem de sorumluluk duygusuyla kaldıran bir tanıklıktı.

İkinci Oturum: Kadın Cezaevlerinde Gerçeklik, Hak İhlalleri ve Mücadele

Çiğdem Mater’in mektubunun yarattığı sessizlik salonu hâlâ sarıyorken ikinci oturum başladı. Bu bölüm iki ayrı başlık altında yürütüldü ve her biri kadın mahpusların gerçekliğine bambaşka pencereler açtı.

“Kadın Cezaevlerinde Uygulamalar, Hak İhlalleri ve Mevzuat”

İkinci oturumun ilk kısmı, Av. İlayda Gedik’in cezaevlerinde kadınlara yönelik uygulamalar, mevzuat ve hak ihlallerine ilişkin kapsamlı sunumuyla başladı.
Gedik, teorik çerçeveyi ve mevcut hukuki düzeni ortaya koyarken, cezaevi pratiklerinin mevzuattan nasıl koptuğunu çarpıcı örneklerle anlattı. Sunum yalnızca bir “hukuk metni” okuması değildi; sahadan gelen verilerin soğukkanlı analizi niteliğindeydi.

Gedik’in vurguladığı temel başlıklar şunlardı:

• Cezaevlerinin kapasiteyi aşan doluluğu,
• Temel hijyen malzemelerine erişimdeki engeller,
• Sağlık hakkının sistematik biçimde ihlali,
• Disiplin cezalarının keyfi uygulanması,
• Yabancı kadınların çevirmen olmadan tutuklanması ve kendini savunamaması.

Gedik; mevzuatta kadın mahpuslar için tanımlanmış hakların kâğıt üzerinde kaldığını, uygulamanın ise tamamen memurun inisiyatifine bırakıldığını vurguladı.
Tartışmanın merkezine “hukuki boşluklardan değil, hakların memur yorumuna teslim edilmesinden kaynaklanan” yapısal sorun oturdu.

“Toplumsal Cinsiyet Perspektifinden Cezaevi Pratikleri ve Deneyimler”

İkinci başlıkta sözü Av. Selinay Seyhun aldı. Seyhun’un aktardıkları, hukuki çerçevenin içini dolduran somut hayat tanıklıklarıydı.

Seyhun, cezaevi pratiklerini toplumsal cinsiyet perspektifiyle değerlendirerek, kadın mahpusların yaşadığı eşitsizliklerin erkek egemen cezaevi düzeninin bir “sonucu” değil, bizzat bir “yansıması” olduğunu söyledi.

Anlattığı sahadan örnekler salonda hem öfke hem hüzün yarattı:

• Kadın mahpusların büyük bölümünün ziyaretçisi olmadığı,
• Ped, iç çamaşırı, sabun gibi en temel ihtiyaçlara dahi düzenli erişilemediği,
• Regl döneminin hâlâ bir “ayıp” muamelesi gördüğü,
• Trans mahpusların “yokmuş” gibi davranılarak hukuki statüsüzlüğe mahkûm edildiği,
• Havalandırma, spor, görüş gibi hakların birer tehdit aracına dönüştürülebildiği,
• Memur keyfiyetinin mahpusların bütün yaşamını belirlediği…

Seyhun’un şu cümlesi, tartışmanın yönünü belirleyen en çarpıcı ifadelerden biri oldu:

“Cezaevinde trans olmak, cezaevinde olmaktan daha büyük bir cezaya dönüşüyor.”

Forum Bölümü – Kadın Örgütleri, Avukatlar ve Katılımcılar Bir Arada

Sunumların ardından etkinlik, planlanan formatı aşarak gerçek bir kolektif foruma dönüştü.
Bu bölümde kadın örgütleri temsilcileri, sahada çalışan avukatlar, yıllardır cezaevi izlemelerinde bulunanlar ve cezaevi sürecini deneyimleyenler tek tek söz aldı.

Forumda üç temel çizgi öne çıktı:

1. Sahadaki Gerçeklik: Avukatların Tanıklıkları

Katılımcı avukatlar, cezaevlerine yaptıkları ziyaretlerde karşılaştıkları gerçekleri anlattı.
Her bir tanıklık, düzenin nasıl keyfi, nasıl şiddetli ve nasıl cinsiyetçi işlediğini doğruluyordu.
Cezaevlerinin fiziksel koşulları, özellikle kadınlar için, yaşanabilirlik sınırının çok altındaydı.

2. Kadın Örgütlerinin Uyarısı: “Kadın yoksulluğu cezaevinde daha derin.”

Kadın örgütleri; adli mahpus kadınların büyük bölümünün yoksulluk sebebiyle görünmezleştiğini, destek mekanizmalarının yetersiz olduğunu, bakım veren olarak aileden koparılan kadınların dışarıdaki çocuklarının yaşadığı travmaların büyüdüğünü vurguladı.

3. İyileştirme Önerileri: “Bu mesele yalnızca cezaevinin değil, toplumun yapısal sorunu.”

Forumun sonunda ortaklaşan öneriler şunlardı:

• Cezaevlerinde cinsiyete duyarlı standartlar oluşturulmalı.
• Hijyen ürünlerine erişim ücretsiz ve sınırsız olmalı.
• Yabancı kadınlara profesyonel tercüme hizmeti sağlanmalı.
• Trans mahpusların koğuş ve kimlik tanınması net kurallara bağlanmalı.
• Sağlık hizmetine erişim engelleri kaldırılmalı.
• Avukat görüşleri artırılmalı ve kısıtlamalar azaltılmalı.
• Bağımsız izleme mekanizmaları kurulmalı.

Hakikatle Yüzleşmenin Zorunluluğu

Aklımda en çok yer eden ve salonun üzerinde uzun süre asılı kalan başlıklardan biri sağlık hakkına ilişkin olanlardı.
Kadın mahpusların karşı karşıya kaldığı ihlallerin belki de en sarsıcı olanı buydu.

Tartışmalar boyunca defalarca vurgulandığı gibi:

Hamile ya da lohusa bir kadının jandarma eşliğinde, üstelik muayene odasında asker bulunurken muayene edilmesi sadece etik ve tıbbi olarak değil; ulusal mevzuat ve uluslararası insan hakları standartları açısından da bütünüyle aykırı.

“Güvenlik tedbiri” olarak sunulan bu uygulama, gerçekte kadın bedenini disipline etmeye, mahremiyeti yok saymaya ve kişinin en kırılgan anında onu cezalandırmaya yönelik bir şiddet biçimi olarak işliyor. Uzun süre düşündüm: Doğum yapmak üzere olan bir kadın nasıl olur da ‘kaçma riski’ taşıyor sayılabilir? Bu bakış açısı, kadını doğum masasına zincirleyen, kelepçeleyen ataerkil mantığın en çıplak halidir.

Gerçekten kavrayamadım; doğum sancısı çeken bir kadını bile tehdit olarak gören bu zihniyet neyi koruyor, kimden korkuyor?

Cezaevlerinin duvarları ardında en savunmasız hâlde bulunan kadınların en temel sağlık hizmetine dahi onurlu koşullarda erişememesi, Türkiye’de cezanın yalnızca özgürlüğün kısıtlanması olmadığını; aynı zamanda bedenin, mahremiyetin ve kadınlığın da bir kez daha cezalandırıldığını gösteriyor.

Toplantı bittiğinde aklımda tek bir cümle vardı:

Bu ülkede hakikati en çok mahpus kadınlar biliyor.

Onların anlattıkları yalnızca bir cezaevi hikâyesi değil; bu ülkede kadının yaşam hakkının, sağlık hakkının, onurunun ve varlığının nasıl değersizleştirildiğinin en çıplak ve en sarsıcı hâli.

Ataerkil devlet yapısının ve patriyarkanın yıllardır görünmez kıldığı şiddet, cezaevlerinde artık saklanamayacak kadar büyüyor.

Kadının bedenini, sağlığını, varoluşunu görmezden gelen erkek egemen düzen, cezaevlerinde hiçbir makyaj tutmayacak kadar görünür hale geliyor.

Devlet hakikatten kaçabilir, inkâr mekanizmalarını büyütebilir, yalanı politika hâline getirebilir;
ama cezaevleri kaçamayacağımız kadar büyük bir gerçek.
Çünkü o duvarların ardında olan biten, patriyarkanın kadınlara ödettiği bedelin en somut göstergesi.

Yalanın siyaset, inkârın yönetme biçimi olduğu bu ülkede, gerçeği savunmak hâlâ kadınların omuzlarında.

O akşam İstanbul Barosu’nda bir araya gelen herkes bu nedenle sadece birer izleyici değil; tarihin bir anına tanıklık eden ve bu tanıklığın sorumluluğunu üstlenen insanlardı.

Kadın cezaevlerindeki koşullar, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin en acımasız yüzü; patriyarkanın kadınlara biçtiği değerin soğuk bir fotoğrafı.
Bu nedenle mücadele yalnızca hukuki değil; politik, toplumsal ve vicdani bir yükümlülük.

Bu yazı da o yükümlülüğün, o sorumluluğun bir parçasıdır.

Editör: Telli Kayalar
Düzelti: Telli Kayalar
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Seda Bedestenci Yegâne, Sinem Yıldız
Seslendirme: Filiz Kılıç

Kadın Vardiyası – 2023
Bize Ulaşın: [email protected]

Login to enjoy full advantages

Please login or subscribe to continue.

Go Premium!

Enjoy the full advantage of the premium access.

Takipten Çık:

Takipten Çık Vazgeç

Cancel subscription

Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.

Go back Confirm cancellation