Background

Hayâ Hutbesi ile Laikliğe Yönelik Eşzamanlı Müdahale


Bu yazı neden şimdi yazıldı?

Çünkü bu ülkede gündem artık saatlik olarak değişmekte. Barış süreci, tutuklu siyasetçiler, ekonomik çöküş derken; sabahları hangi karanlıkla uyanacağımızı kestiremiyoruz. Diyanet’in 1 Ağustos hutbesi sadece bir fetva değil; kadınların bedenine, laik yaşama ve özgürlüklere karşı ilan edilmiş bir rejim manifestosudur.

Kadınların kahkahasına, kıyafetine, varlığına müdahale eden bu karanlık, İran’daki zorla başörtüsü dayatmasından, Taliban’ın “ahlak polisinden” farksızdır. Ve biz sustukça sıradaki adımın ne olacağını çok iyi biliyoruz.

Daha önce söyledik: Saldırı her yerden, eşzamanlı ve topyekûn geliyor. Ve bu yeni cephe, doğrudan bizi, yani birinci planda kadınları hedef alıyor.

Bu yazı tam da bu yüzden şimdi yazıldı: Çünkü karanlığı yırtan sesi birlikte büyütmeli, birlikte karşı koymalıyız.

Kadınlara Yönelik Kuşatma: Fetvayla Geliyorlar

1 Ağustos 2025 Cuma günü, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından “Hayâ: Allah’ın Emri, Fıtratın Gereği” başlığıyla hazırlanan hutbe, Türkiye genelindeki yaklaşık 90 bin camide eşzamanlı olarak okundu. Aynı içerik Diyanet’in resmi sitesinde de yayımlandı.

Bu tür eşgüdümlü dini açıklamalar yalnızca inananlara yönelik bireysel bir çağrı değil, devlet aygıtının kullanıldığı merkezi bir toplumsal müdahale niteliği taşıyor.

Söz konusu hutbede, kadınların giyim tarzı (dar, kısa, şeffaf kıyafetler), estetik ameliyatlar ve dövme gibi kişisel tercihler, “haram”, “günah” ve “Allah’ın rahmetinden mahrum kalmak” gibi ifadelerle hedef alınıyor. (Kaynak:diyanet.gov.tr)

Bu tür bir söylem, doğrudan bireylerin bedenleri ve yaşam biçimleri üzerinde dini kurallarla şekillendirilmiş bir kamusal denetim yaratmayı amaçlıyor.

Laik hukuk düzeni ise tam da bunun tersini, devletin bireyin inancı ya da inançsızlığı karşısında tarafsız olmasını zorunlu kılar. Ancak Diyanet, bu hutbeler aracılığıyla yalnızca dini değil, siyasi bir pozisyon da alıyor. Bireyin kamusal alandaki varlığını, dini normlarla biçimlendirmeye çalışıyor.

Bu yazı da, Diyanet’in eşzamanlı hutbeler ve ahlaki müdahaleler aracılığıyla laiklik ilkesine nasıl sistemli bir şekilde müdahale ettiğini; herkesin vergisiyle finanse edilen bu kurumun yalnızca belli bir inanç yorumunu dayatarak toplumu ideolojik olarak biçimlendirmeye çalıştığını ele alacak.

Dev Bütçe, Tek Tip Ahlak

Diyanet İşleri Başkanlığı anayasal olarak “din hizmetlerini düzenlemek” ile görevli bir kamu kurumu olarak tanımlanır. Ancak mevcut durumda, hem sahip olduğu bütçe hem de toplumsal etkisi açısından “hizmet” değil, hakimiyet üreten bir güç odağına dönüşmüş durumdadır. Diyanet İşleri’nin;

  • 2023 yılı bütçesi: 36,5 milyar TL
  • 2024 yılı teklifi: %151 artışla 91,8 milyar TL
  • 2025 yılı tahmini: 130,1 milyar TL’dır.

Bu miktar; İçişleri, Dışişleri, Kültür ve Turizm, Sanayi, Enerji gibi temel kamu bakanlıklarının bütçelerini geride bırakmaktadır. (Kaynak: TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu)

Üstelik bu artışın sürdürülmesi de planlanmış durumda. Personel sayısı ise 140 bini geçerek, birçok bakanlıktan daha geniş bir bürokratik teşkilata işaret ediyor.

Diyanet’in bu ölçekteki finansal ve kurumsal gücü, laiklik ilkesine karşı anayasal bir tehdit haline gelmiş durumda. Zira bu kaynaklar, toplumun tamamının vergileriyle finanse ediliyor; ancak yalnızca belirli bir mezhep (Sünni-Hanefi) merkezli anlayışa hizmet ediyor.

Hafızasızlaştırma ve Tahrip Politikası ile Laikliğin Zımnen İlgası

Diyanet’in hemen her hafta toplumun sinir uçlarına dokunan açıklamaları, yüzeyde bir “değerler” savaşı gibi sunulsa da aslında son derece sistematik bir stratejinin parçası. Bu sadece fetva değil; kurumsallaşmış bir müdahale, ideolojik bir mühendislik çabası. Anayasa’nın ilk dört maddesiyle güvence altına alınan laiklik, görünürde değil, fiilen ortadan kaldırılıyor. Üstelik bu dönüşüm, toplumun tamamının vergileriyle finanse ediliyor.

Türkiye yalnızca Sünni-Hanefi mezhebinden oluşmuyor. Aleviler, Caferiler, Şafiiler, Hristiyanlar, Yahudiler, Ezidiler, ateistler, deistler… Her biri bu ülkenin eşit yurttaşı. 

Fakat Diyanet yalnızca bir mezhebin tekil yorumunu esas alarak konuşuyor ve bunu “herkes adına” yapıyor. Mesele burada başlıyor: Bu artık inanç özgürlüğü değil; devletin dini tekleştirmesi, dinselleşmesi ve toplumu buna göre dizayn etme girişimidir ki kabul edilemez. 

Üstelik bu açıklamalar, daima bir başka meseleyi gölgelemek üzere geliyor: Zeytinliklerin yağmalanması, kadın cinayetlerinin artışı, derinleşen ekonomik kriz, göçmen politikaları, kesintisiz hale gelen savaş söylemleri… Tüm bunların üzeri örtülsün diye LGBTİ+ bireylere nefret yöneltiliyor, kadınlara “itaat” telkin ediliyor. Bu söylemler, bir yandan da “milletin taleplerini yerine getiriyoruz” mesajıyla radikal muhafazakâr tabanı konsolide etmeye yarıyor.

Barış sürecinde birlikte masaya oturdukları yapıları bir dönem “terörist” ilan eden iktidar, şimdi bu çelişkilerin üstünü laiklik karşıtı hamlelerle örtüyor. Oysa unutulmamalı: Laiklik sadece anayasal bir ilke değil; birlikte yaşam sözleşmesidir. Bu sözleşme bozulursa, bir arada yaşamanın zemini de aşınır.

Bu zemin aşınırken, iktidar Diyanet’i bir inanç kurumu olmaktan çıkarıp, doğrudan bir ideolojik aygıt haline getiriyor. Her açıklamasıyla yaşam tarzlarımıza yön veren bu yapı; kadınlara, gençlere, LGBTİ+ bireylere, sanatçılara ve hatta çocuklara bile müdahale etmeye çalışıyor. Kurumsal zeminleri dağıtarak, yerine kendi “makbul vatandaş” modelini dayatıyor.

Oysa tam da bu dönemde, gözden kaçırmamızı istedikleri gelişmeler yaşanıyor. Barış süreciyle bağlantılı çok kritik bir belgenin, 2013 yılında kurulan ve AKP ile HDP’li vekillerin birlikte imza attığı “Çözüm Süreci İzleme Komisyonu”na dair tutanakların yok edildiği ortaya çıktı. Bu, devletin kendi halkına karşı izlediği hafıza silme politikasının somut örneğiydi. Tam da bu sırada Diyanet, “Kadın fıtratı gereği çalışmak zorunda değildir” diyerek, dikkatleri bu yöne çekti. Bu bir tesadüf değil; ideolojik bir yön saptırma operasyonuydu.

Bir gün “fıtrat” diyerek kadınları kamusal alandan dışlayan bir anlayış, ertesi gün “fitne” diyerek LGBTİ+ bireylerin haklarını hedef alıyor. Ardından sanatçılar, gazeteciler, muhalifler geliyor. Bu baskı zinciri adım adım örülüyor.

Bu söylemler halkın dini duygularını araçsallaştırırken, aslında sermaye yanlısı, savaşçı ve rant odaklı bir düzenin sürekliliğini sağlıyor. Zeytinlikler yağmalanırken, ormanlar yanarken, iş cinayetleri sıradanlaşırken cemaat vakıflarına aktarılan milyonlara ses çıkarmayanlar, kadınların nafakasına, gençlerin özgürlüğüne, yoksulun ekmeğine göz dikiyor.

Bu nedenle Diyanet’in açıklamaları yalnızca bir fetva değil; siyasal bir hamle, sınıfsal bir müdahale, kültürel bir kuşatma olarak okunmalıdır. Bu söylemlerin arkasındaki asıl niyet, toplumsal belleği silmek, muhalefeti parçalamak, ezilenlerin ortak direnişini dağıtmak ve dindar-muhafazakâr kesimi yeniden kenetlemektir.

Güncel Fetvalar ve Milli Eğitim İşbirliği ile Hafızasızlaştırma 

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın toplumun en kırılgan alanlarına dokunan fetvaları ve açıklamaları, salt dini metinler olmaktan çıkarak sistematik bir ideolojik aygıt işlevi görüyor. Bu, devletin temel laiklik ve özgürlük ilkelerini zedeleyen, geniş çaplı bir kültürel kuşatma yaratıyor.

Özellikle Diyanet’in Milli Eğitim Bakanlığı ile işbirliği içinde okullarda düzenlediği “ahlak” ve “manevi değerler” programları, geleceğin kuşaklarının düşünce ve davranış biçimlerini şekillendirmeyi, toplumsal belleği silme politikasını hayata geçirmeyi hedefliyor.

Devasa bütçesiyle dikkat çeken Diyanet’in 2025 Ramazan ayında yayımlanan “emeklilere fitre ve zekât düşer” fetvası, ekonomik kriz ve yoksulluğun üzerini örtmekle kalmadı; aynı zamanda devletin asli görevi olan vatandaşın refahını sağlama yükümlülüğünün göz ardı edildiğini, dini öğretilerle toplumun bir kesiminin susturulmaya çalışıldığını da ortaya koydu.

Paralel olarak, Milli Eğitim Bakanlığı’nın okullara gönderdiği “ahlak rehberliği” kapsamında dini normların çocuk yaştaki öğrencilere dayatılması, makbul vatandaş modelinin oluşturulması ve farklı yaşam biçimlerinin dışlanması anlamına geliyor.

Bu tablo, yalnızca bireylerin özgürlüklerine değil, Türkiye’nin laiklik temelinde inşa edilmiş anayasal düzenine yönelik doğrudan bir müdahaledir. Çünkü vergilerle finanse edilen devlet kurumlarının böylesi bir inanç tekelciliği yapması, Türkiye’nin çok kültürlü, çok dinli yapısını görmezden gelmekle kalmayıp, farklı inanç grupları ve yaşam tarzlarına karşı ayrımcılığı körüklüyor.

Öğrenciler ve gelecek kuşaklar üzerinde kurulan bu gölgeleme stratejisi, eğitim alanını daraltıyor, eleştirel düşünceyi engelliyor ve toplumsal bellekte derin bir silme ve kutuplaştırma sürecini tetikliyor. Böylece, devlet içinde büyüyen bu “devlet içindeki devlet” yapısı, laikliği zımnen ortadan kaldırırken, farklılıkların yok sayıldığı ve tek tip yaşam tarzının dayatıldığı bir rejime doğru adım atılıyor. 

Gölgelenen Gerçekler

Bu çığlık, ne bir çağrı ne de bir uyarı.

Ne sessiz ne de yüksek.Sadece havada asılı kalan bir yankı: Üstümüze indirilen gölgelerde konuşuyoruz artık.

Anaokullarına kadar inen cemaat örgütlenmeleri, Milli Eğitim’in “işbirliği protokolü” adı altında meşrulaştırılıyor. Bu, sadece pedagojik bir tercih değil, açıkça bir ideolojik aygıt işlevi görüyor.

Veliler kaygılı.

Çocuklarını bu “hocaların” eline bırakmak istemiyorlar. Ama bu artık bireysel bir tercih olmaktan çıktı. Bu, devlet eliyle kurumsallaştırılmış kültürel kuşatma.

Diyanet, camiden çıktı; okulda, parkta, mahallede, evde.

Öğretmen değil, ama ders anlatıyor.Psikolog değil, ama rehberlik yapıyor.Ebeveyn değil, ama yönlendiriyor.

İtiraz eden veliler ise okul yönetimleri tarafından “makbul olmayan kişi” ilan ediliyor. Devletin laik eğitim sorumluluğunu yerine getirmesi gerekirken, öğrencilerin hayata değil “ahirete hazırlanması” teşvik ediliyor. Bu, sadece inanç meselesi değil, kapsamlı bir toplumsal mühendislik projesi.

Öğrencilere masal yerine “günah” anlatılıyor, beden yerine “mahremiyet” öğretiliyor. Bu sadece dinselleşme değil; bir hafıza silme politikasıdır. Cumhuriyet’in kazanımları, bilimin yol göstericiliği ve pedagojinin evrensel ilkeleri gölgede bırakılıyor.

Toplumun bir kesimi bu uygulamalara karşı çıktığında, iktidar “Dine savaş açılıyor!”, “Değerlerimize saldırı var!”,  “Kutsallarımız tehlike altında” diye haykırıyor.

Oysa bu bir savaş değil, kutsallara saldırı hiç değil; laikliğe ve kişisel haklara sahip çıkma refleksi.

Yoksul ailelerin çocuklarını “maneviyat eğitimi” adı altında denetim altına alma ve onları makbul vatandaş modeline sıkıştırma stratejisi.

Bu sistem, gençlerin dünyasını iyice daraltırken, geleceğimizi yeniden şekillendiriyor.Laik eğitim yok sayılırken, toplumsal bellek yeniden inşa ediliyor. Ve bütün bunlar çok “normal” miş gibi gösteriliyor.

İşte bu da başka bir gölgeleme stratejisi: Olan bitenin farkına varılmasın diye kavramlar bulanıklaştırılıyor. Hedefte biz varız: Soran, sorgulayan, eleştiren, farklı bir yaşam düşleyenler.

Ama unutmasınlar:Çığlık bastırılabilir, ama yok edilemez.Yeter ki hafızamıza, yeni nesillere, kazanılmış haklarımıza ve eğitime sahip çıkalım.

Dine İçeriden Eleştiri: Berrin Sönmez’in Direnişi 

Gazete Duvar yazarı, akademisyen Berrin Sönmez, 1 Ağustos 2025’te yayımlanan “Hayâ: Allah’ın Emri, Fıtratın Gereği” hutbesini ele aldığı yazısında, bu hutbenin “Selefi-sünni kalıplarla daraltılmış bakış açısı” taşıdığını belirterek itiraz etti. Hukuksal zorunlulukla değil, etik bir refleksle köşesinde açık bir kişisel direniş ilan etti.

“Başörtüsü zorunluluğu ihtimaline karşı şimdiden başımı açıyorum.”

Bu ifade, beden üzerinde halkın değil, devletin ve Diyanet’in kontrol mekanizmasının çalıştırılacağını öngörerek kadının tercihine kimsenin müdahale gerektiğini gösteriyor. Sönmez, hutbede kullanılan “edep” ve “hayâ” kavramlarının bedene indirgenmesini ve geleneksel yorumlarla kadınların yaşam alanlarının daraltılmasını eleştiriyor. Bu tavır, toplumsal hafızada “başörtüsü dayatması” gibi bir normalleşmeye dönüşmeden önce refleks geliştirme çağrısıdır.

Sönmez, hemen ardından şu cümleyle protestosunu sürdürdü:

“Diyanet’in ve iktidarın gittiği yolu, zulmün yolunu reddediyorum. Siz zalimlerdensiniz, ben sizden değilim.”

Bu kişisel direniş, devasa bürokratik bir yapıya dönüşmüş inanç kurumuna karşı etik ve düşünsel bir refleksi içeriyor. Sönmez’in tavrı, yalnızca dışarıdan değil, içeriden yükselen eleştirilerin önemini ortaya koyuyor.

Bu Ses Neden Önemli
Birincisi; içerden, dindar bir entelektüel refleksi temsil ediyor.

İkincisi; dini otoriteye karşı etik bir direnç hattı oluşturuyor. Ve sadece feminist veya seküler kesimin değil, örtünmüş bireylerin de karşı duruşunun simgesel göstergesi.

Kadınların bedenine, giyimine, kahkahasına, hatta hamileliğine dahi müdahale eden hutbeler, yalnızca dini bir çağrı değil, kadın düşmanı politikaların ideolojik altyapısıdır.

Bu hutbeler, kadına yönelik şiddetin toplumsal meşruiyet zeminini genişletirken, kadın cinayetlerini “bireysel sapkınlıklar” olmaktan çıkarıp sistematik hale getiriyor. Ki bu nedenle “Kadın Cinayetleri Politiktir” diyoruz.

Bu yüzden Berrin Sönmez’in sesine kulak vermek yetmez; onunla birlikte ses çıkarmak, kadınların itirazına omuz vermek gerekir. Çünkü kadınlar yalnızca inanç adına değil, bir rejim adına da susturulmak isteniyor.

Ama unutulmasın: Kadınlar susmayacak.Susturulmak istenen her kahkahada, her kıyafette, her kadın katlinde, her sokak yürüyüşünde direniş büyüyor ve büyüyecek. Bizler de bu direnişi sosyalist feminist bir bakışla selamlıyoruz.Daha önce yazdığım gibi: “Kadın mücadelesi, toplumu aydınlatan en dirençli ışıklardan biridir.”

Kadın Cinayetini Meşrulaştıran Sözler

AKP İzmir ve İBB Meclis Üyesi Hamdullah Arvas, Muğla’da katledilen genç kadın Zeynep Şenpınar’ın ölümünü “özgürlük düşkünü bir kadın ve gayrimeşru yaşantısı içinde geçen bir ölüm hikayesi” diyerek meşrulaştırdı. Bir meclis üyesinden çıkabilecek bu sözlerin hasadı ne olabilir? Arvas’ın kendi anlatımı şöyle:

“Hikâye aynı; özgürlük düşkünü bir kadın ve gayrimeşru yaşantısı içinde geçen bir ölüm hikayesi. … Edep yahu.” (Kaynak: Cumhuriyet)

Bu ifade aslında bize ne söylüyor?

*İlk olarak “özgürlük düşkünü” kavramıyla, kadınları kendi iradesine sahip olmaktan yoksunlaştırıyor, varoluşlarında bir “suç” arıyor.

*“Gayrimeşru yaşantı” vurgusuyla vicdani ve duygusal algılarda bir yok sayma, kadınları kriminalize etme çabası var.

*Ve en önemlisi, “Edep yahu” ifadesiyle, dini bir söylemi toplumsal normlara şiddetle dönüştürme çabası görülüyor. Bu sadece bir cümle değil; kadının bedenine, özgürlüğüne ve basıncına dini bir meşruiyet sağlamaya çalışıyor.

Kısacası, bu sözler sadece insanlık dışı değil; aynı zamanda ideolojik ve kadına karşı kurulan bir yapının ilk harcıdır. Bu zihniyet, şiddeti “özel” değil “toplumsal” hale taşıma potansiyeli taşır.

Bu zihniyet, fetvadan meclis kürsüsüne, oradan mahkeme salonlarına kadar uzanıyor; kadınların bedenini, yaşam biçimini ve hatta yaşam hakkını hedef alırken, şiddeti meşru kılan bir toplumsal düzenin taşları döşeniyor. 

Yaşama Zemini Ortadan Kalkarken…

Bu ülkede emeğiyle yaşayanlar için nefes alacak alan kalmadı. Yoksulluk, barınma krizi, kadın cinayetleri, tarikat yurtlarındaki çocuk taciz, tecavüz ve ölümleri, güvencesiz çalışma koşulları ve açlık sınırının altında kalan ücretlerle yaşamak zorunda bırakılan milyonlar… Ama iktidarın gündemi başka. Çünkü gündem yaratmak, gündemi değiştirmek, asıl meseleleri örtmek, artık iktidarın temel yönetim pratiğine dönüştü.

Sınıfsal gerçekliklerin üzerini örtmek için kadınların, LGBTİ+ bireylerin, laik yaşam biçiminin hedefe konulması bir yöntem. Diyanet üzerinden ideolojik bombardıman sürerken, aynı anda sahte diplomalarla kamuda kadro kapanlar ortaya çıkıyor. Tüm bunlar, halkın güven duyacağı kurumsal zeminleri tek tek yok ederken, yerlerine itaat ve biatla işleyen bir düzen kurulmak isteniyor.

Bunu yaparken bir yandan da grev yasakları devreye sokuluyor. Siyasilerin haksız tutuklulukları devam ediyor. Son olarak belediye işçileri, metal işçileri, sağlık emekçileri grev hazırlığına geçtiğinde “milli güvenlik” bahanesiyle yasaklar getirildi. Grev hakkı anayasal güvence altındayken, iktidar her seferinde bu hakkı gasp ediyor. Anayasa rafa kaldırılmış, yerine tek adamın iradesi konmuş durumda.

Bu yöntemle yalnızca sermayeye “işçiler susturuldu” mesajı verilmiyor; aynı zamanda bir dönem barış masasına oturulan halk kesimlerine “artık sizin değil, sizin öfkelendiklerinizin yanındayız” mesajı verilerek bir tür siyasi pazarlık yürütülüyor. Bu pazarlıkta kamuoyu kandırılıyor, öfke yönü değiştiriliyor, sınıfsal hak mücadeleleri bastırılmak isteniyor.

Unutturulmak istenen sadece zeytinlikler değil, sadece barış süreci değil…Aynı zamanda milyonlarca insanın açlığı, borcu, güvencesizliği, geleceksizliği.

Bu fetvalar, dini araçsallaştırarak kadının bedeni ve varlığı üzerinde kurulan ataerkil tahakkümü meşrulaştırma çabasıdır. Biz bu karanlığın da, arkasındaki zihniyetin de farkındayız. Ve bu gündem saptırma oyunlarının karşısında gerçek gündemi ısrarla dile getirmeye devam edeceğiz. Bu bir inanç meselesi değil; bu, karanlığa mahkûm edilmek istenen bir ülkenin geleceğiyle ilgili bir tercih.

Biz kadınlar karanlığa teslim olmayacağız.

Bilgi notları:
1.Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı yalnızca fetva veren bir kurum değil; aynı zamanda en yüksek kamu bütçelerinden birine sahip, doğrudan Cumhurbaşkanlığı’na bağlı, eğitimden sosyal yaşama kadar birçok alanda belirleyici bir güç. Peki, benzer bir yapı başka ülkelerde de var mı?

Endonezya, dünyanın en kalabalık Müslüman nüfusuna sahip ülkesi. Ancak burada din işleri, devlet merkezinden çok yerel özerk konseyler aracılığıyla yürütülüyor. Ulusal Din İşleri Bakanlığı var ama Diyanet benzeri merkezi bir güç yok. Eğitim sisteminde dini kurumlar yer alıyor, fakat laik müfredatla net bir ayrım gözetiliyor.

Tunus’ta 2011 devriminden sonra camiler, devlet kontrolünden çıkarılarak sivil denetime açıldı. Eğitim sisteminde din dersi var, ancak zorunlu değil; müfredat üzerinde din kurumlarının etkisi sınırlı.

Mısır’da El-Ezher kurumu dini otorite olarak güçlü bir geleneğe sahip. Ancak anayasal olarak devletten özerk ve çoğu zaman hükümet politikalarıyla çelişebiliyor. Üstelik, bütçesi Diyanet ile kıyaslanamayacak kadar küçük.

Suudi Arabistan gibi şeriatla yönetilen bir ülkede bile, son yıllarda dini polis (mutavva) zayıflatıldı; fetva kurumlarının etkisi azaltıldı. Din, toplumda güçlü olsa da, eğitim ve kültür politikalarında modernleşme adımları dikkat çekiyor.

İran teokratik bir rejimle yönetiliyor. Fakat burada bile dinin eğitim üzerindeki etkisi, Türkiye’deki Diyanet kadar kapsayıcı ve merkezi değil. Dini eğitim veren kurumlar, devletin genel müfredatına karışmıyor.

Bu karşılaştırmalar, Türkiye’deki yapının benzersiz derecede merkezi, yaygın ve siyasi olduğunu ortaya koyuyor. 

  1. Türkiye, din işleri için kamu bütçesinden ayrılan kaynak, merkezi kontrol ve resmi kurumsallaşma bakımından oldukça eşsiz bir örnek oluşturuyor. Karşılaştırmalarla daha net görünüyor.

Bu araştırma sonuçları, Türkiye’de Diyanet’in hem bütçe hem de kurumsal kapsam bakımından diğer Müslüman ülkelerle kıyaslandığında ne kadar merkeziyetçi olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Özellikle Endonezya gibi nüfus açısından kat kat büyük ülkelerde bile, din işlerine ayrılan kaynak yapısal olarak Türkiye’nin gerisinde kalırken, bu yalnızca ikilik yaratıyor, aynı zamanda devletin dini ideolojiyi şekillendirme kapasitesinin küresel bir norm haline gelmediğini gösteriyor.

Kaynaklar

  1. Diyanet İşleri Başkanlığı Resmi Sitesi – Fetvalar ve Güncel Açıklamalar https://www.diyanet.gov.tr/tr-TR/Fetvalar
  2. Diyanet İşleri Başkanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı İş Birliği Protokolü (2024) https://www.meb.gov.tr/milli-egitim-ve-diyanet-isleri-baskanligi-arasinda-is-birligi-protokolu/haber/27032/tr
  3. “Emeklilere fitre ve zekât düşer” fetvası (2025 Ramazan) – Diyanet Resmi Açıklaması https://www.diyanet.gov.tr/tr-TR/Haberler/emeklilere-fitre-ve-zekat-duser-diyanet-baskanligindan-aciklama
  4. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Madde 2 ve 24 – Laiklik ve İnanç Özgürlüğü https://www.tbmm.gov.tr/anayasa/5
  5. Vikipedi, https://tr.wikipedia.org
Editör: Şöhret Baltaş
Düzelti: Şöhret Baltaş
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sâba Esin, Sinem Yıldız
Seslendirme: Filiz Kılıç

Kadın Vardiyası – 2023
Bize Ulaşın: [email protected]

Login to enjoy full advantages

Please login or subscribe to continue.

Go Premium!

Enjoy the full advantage of the premium access.

Takipten Çık:

Takipten Çık Vazgeç

Cancel subscription

Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.

Go back Confirm cancellation