Background

Gazze’de Soykırım Devam Ediyor

Adına Savaş Denen Soykırım Gerçeği

Savaş artık bir haber değil. Çünkü İsrail, Gazze Şeridinde Filistinlilere Soykırım uygulamaktadır. Televizyonlardan akan rakamların soğukluğunda değil; parçalanmış bedenlerde, yıkılmış evlerde, kucağındaki çocuğunu kaybeden annelerin gözlerinden okunuyor gerçekler.

Gazze’de, bir hastanenin enkazında 7 aylık bir bebek cansız çıkarıldığında, o yalnızca bir sayı değildi. O bebek isimsiz kalmasın diye yazıyorum; O bir bebekti. Çünkü savaş sadece “istatistik” değildir. Her rakam bir ismi, bir düşü, bir oyunu, yarım kalmış bir yaşamı anlatır.

Bugün Gazze’de yaşananlar, artık bir çatışma değil; sistematik bir imhadır. İsrail’in bombardımanları sonucu, 7 Ekim 2023’ten bu yana 15 bini aşkın çocuk öldü. Savaş, sadece yıkılan evler değil; nesillerin silinmesidir. 

Bu, açıkça bir halkın yok edilişidir. Bir işgalin, bir sömürgeciliğin, emperyalizmin yüzsüz şiddetidir.

Bize savaşı anlatmayın. O artık haber değil. Meşrulaştırmayın da. 

Savaş elinde oyuncakla toprağa gömülen çocuğun yarım kalan kahkahasıdır. Savaş başladığında erkekler silaha, kadınlar çocuklarına sarılır. Annelerin feryadıyla yankılansa da ortalık ne duyanı ne de yardım edebileni vardır çaresizliğine. Bombalanan için ev, vatan artık sadece çaresizliktir. Feryadı da oradan yükselir. Çünkü bombalar ayrım yapmaz. Bir annenin rahminde çatırdayan barut kokusu, bir çocuğun dudağında kalansa kanın tadı. 

Ve savaş, kanıksanacak bir şey değildir. Savaş, daha adını bile düzgün telaffuz edemeyen bir çocuğun, bir daha hiç konuşamamasıdır. 

Savaş, doğmamış bir bebeği annesiyle birlikte gömer. Savaş, dünyanın suskunluğuyla büyür.

Bu yazı, politik dengelerin değil; Gazze’de enkaz altından çıkarılan bebek cesetlerinin, Bosna’da fuhuş kamplarına zorlanan kadınların, Ukrayna’da, Suriye’de, Afganistan’da yerinden edilen milyonların çığlığıdır.

Kadınlar savaş istemez. Ama en çok onlar ölür. Çocuklar silah tutmaz. Ama mezar taşları önce onlara dikilir- ya da hiç dikilmez, dikilemez.

Savaşta kadın olmak yalnızca bir yakını kaybetmek değil, çoğu zaman kendi bedeninde işlenen suça sessiz kalmak zorunda bırakılmaktır. Bosna’da Foca kampında 12 yaşında kız çocuklarının sistematik olarak tecavüze uğradığını hatırlıyorum. Bugün Gazze’de, doğum sancısı tutmuş bir kadın, ambulans çağırmaya cesaret edemez hale geldi.

Savaşta çocuk olmak ise… Kimi zaman çöp torbasında bulunmak, kimi zaman da 30 saat boyunca nefessiz kaldığı enkazın altından sağ çıktığı için suçlu hissetmektir. Gazze’de çocuklar aç uyanıyor, geceyi bombalarla kapatıyor.

Gazze’de yaşananlar artık bir savaşın değil, topyekûn bir yok edilişin hikâyesi. Bu hikâye yalnızca İsrail’in bombalarıyla değil; dünyanın suskunluğuyla, bölgedeki çıkar hesaplarıyla ve iç içe geçmiş iktidar oyunlarıyla yazılıyor.

Bugün Gazze’de artık en çok duyulan diller ne Arapça ne İbranice; en çok acı, açlık ve çaresizlik konuşuluyor. Ve biz, bu sesleri duymaktan kaçınıyoruz.

Tarih kitapları ya generallerin adını yazar ya da Netanyahu gibi zalimlerin. Ancak açılan mezarlar çoğu zaman isimsiz çocuklar ve kadınlarla doludur. 

Savaş meydanı yalnızca bombaların düştüğü alanlar değildir. Kadınlar için cephe, evin içinden başlar; fırın kuyruğundaki bekleyişten, bir tas çorbanın peşinden gidişten, bir çocuğu korkutucu seslerden saklama çabasına kadar uzanır. Savaşın sivilleştirdiği zulmü en doğrudan onlar yaşar.

Filistin’de bir kadın, enkazdan çocuğunu kendi elleriyle çıkarırken “Yaşıyor mu?” diye sorduğu anda sadece annelik değil, insanlık da sınanır. Yıkılmış evinin başında bekleyen Suriyeli bir annenin, aynı gün hem çocuğunu hem kocasını toprağa verdiğini gösteren bir kare, “acıya alışılmaz” diyen her kadının belleğine kazınmıştır.

Ukrayna’da, hemşire olan Alina, cephe gerisinde bir bodrum katında doğum yaptırmaya çalışırken ölen bir bebeğin başında, “Bunu ben değil savaş öldürdü,” diyordu. Bir kurşunun, bir bombanın, bir açlığın ya da susuzluğun doğrudan hedef aldığı bedenler üzerinden kurulan şiddet hiyerarşisinde kadınlar en görünmez kurbanlar olarak kalıyor.

Irak savaşında Amerika’nın işgalinin ardından kayıt dışı kalan binlerce kadının durumu hala belirsiz. Kadınlar sadece kaybolmadı; kimlikleri, hayat hikâyeleri, geride bıraktıkları çocuklar da belirsizliğe gömüldü. 

Gözümüzün Önünde Gerçekleşen Açlık

Açlık, yalnızca bir mide boşluğu değil, sistemin ürettiği büyük bir adaletsizliktir. Gazze’de yaşanan, sadece insani bir felaket değil, aynı zamanda küresel ikiyüzlülüğün ve seyirciliğin en çıplak halidir.

Birleşmiş Milletler raporları açık: Gazze’de insanlar, 21. yüzyılın ortasında, gözümüzün önünde açlıktan ölüyor. Bu bir savaşın “yan ürünü” değil; bizzat bir savaş yöntemi olarak, silah gibi kullanılan bir açlıktır. İsrail’in uyguladığı ablukalar, yardım konvoylarının engellenmesi, tarım alanlarının bombalanması, balıkçılığın yasaklanması, elektrik ve suya erişimin kesilmesi gibi çok boyutlu uygulamalar bu açlığı sistematik hale getiriyor. Bu, yalnızca “gıda yokluğu” değil; gıdaya erişimi bilinçli olarak engelleyen bir devlet şiddetidir.

Bir annenin, çocuğuna süt bulamayıp kum yedirmesi, yalnızca kalp parçalayıcı bir hikâye değil, modern dünyanın suskunluğu içinde gerçekleşen bir suikasttır. Gazzeli çocukların kemikleri çıkıntılı, gözleri çökmüş, ciltleri sararmış… Bunlar yalnızca yoksulluğun değil, kasıtlı aç bırakılmanın belirtileridir.

Peki, dünya ne yapıyor?

Gazze’deki açlık, sadece İsrail’in politikasıyla açıklanamaz. BM’nin, AB’nin, Arap Birliği’nin ve dünyanın en büyük yardım kuruluşlarının bu kadar sistemli bir açlığı önleyememesi, aslında önlemeyi gerçekten istemediklerinin göstergesi. “Kınıyoruz”, “Derin endişe duyuyoruz” cümleleriyle dolu açıklamalar, bir çocuğun açlıktan ölmesini engellemiyor. Vicdan, kelimeyle değil eylemle ölçülür. Ve bu eylemsizlik, tarihi bir suç ortaklığıdır.

Dahası, Gazze’de yaşananlar bir ilk değil. Latin Amerika’dan Afrika’ya, Kürt coğrafyasından Yemen’e kadar açlık, hep bir cezalandırma yöntemi oldu. Halkların boyun eğdirilmesi için sofraları boşaltmak, askeri müdahalelerden daha uzun vadeli bir denetim biçimi haline geldi. Açlık, tanktan daha sessiz ama daha öldürücü bir silah haline geldi.

Bu nedenle Gazze’deki açlığı konuşmak, yalnızca insani değil, politik bir sorumluluktur. Açlık bir istisna değil, kapitalizmin, emperyalizmin ve militarizmin süreklileşmiş bir uygulamasıdır. Bu düzen, bazılarına marketleri doldururken, bazılarına ekmeği rüyada bile çok görür.

Ve biz, sadece seyrediyoruz.

Ama seyirle yetinmeyenler de var. Yardım konvoylarını engelleyen İsrail askerlerine karşı vücudunu siper eden gönüllüler, karanlıkta fısıltıyla örgütlenen Filistinli kadınlar, bir dilim ekmeği komşusuyla paylaşan çocuklar… Bu dayanışma örnekleri bize şunu gösteriyor: Açlığa karşı yalnızca gıda değil, hakikat ve direnç de taşınmalı.

Çünkü bir çocuğun açlıktan ölmemesi için, yalnızca gıda değil, adalet de gerekir. Dünya Sağlık Örgütü’nün Temmuz 2025 raporuna göre, yılbaşından bu yana kaydedilen 74 malnütrisyon (yetersiz beslenme) kaynaklı ölümün 63’ü yalnızca temmuz ayında gerçekleşti. Ölenlerin 24’ü beş yaş altı çocuklar; çoğu hastaneye çok ağır yoksulluk ve hastalık belirtileriyle ulaştı. Gazze’de her beş çocuktan biri akut malnütrisyon riski altında. Haziran ayına kıyasla bu oran üç kat artmış durumda.

UNICEF’in verileri ise, 2025 yılında 320.000’den fazla 5 yaş altı çocuğun malnütrisyon riski taşıdığını ve binlercesinin düzenli beslenme desteğine ihtiyaç duyduğunu gösteriyor. Haziran ayında 6.500, Temmuz’un ilk iki haftasında ise 5.000’den fazla çocuk beslenme yetersizliği nedeniyle sağlık tesislerine başvurdu.

Savaşın gerçek yüzü, çocukların midelerinde, annelerin bedenlerinde şekilleniyor. Gazze’deki sağlık merkezleri, malzeme eksikliği nedeniyle kapasitesinin çok üzerinde hizmet vermeye çalışıyor. Hamile kadınların ve emziren annelerin yaşam mücadelesi ise gün geçtikçe ağırlaşıyor. BM verilerine göre, yaklaşık 45.000 hamile kadın ve 68.000 emziren kadın ciddi malnütrisyon riskiyle karşı karşıya. Yani açlıkla da savaşıyorlar. 

Sadece Temmuz ayında yaşanan bu ölümler ve hasta başvuruları, resmi verilerin az gibi görünmesine rağmen bölgedeki insani krizin büyüklüğünü ortaya koyuyor. Gerçek trajedi, her bir rakamın ardındaki isimlerde, hayallerde ve yitirilen yaşamlarda gizli.

Bir Toprak Açlıktan Ölürken

Temmuz 2025 itibarıyla, UNICEF ve UNRWA verilerine göre, açlıktan ölen çocukların sayısı 74’e ulaştığı, ancak önlem alınmadığından 5 yaş altındaki 16 bin çocuğun ise akut yetersiz beslenme yaşadığı belirtiliyor. Bu da bize Gazze’deki 1 milyondan fazla çocuk için hayatta kalma mücadelesi her yeni günle yeniden başlıyor anlamına geldiğini gösteriyor.

Elektrik sisteminin çökmesiyle birlikte su arıtma tesisleri çalışmaz halde. Yakıt yok, hastaneler işlevsiz. Gazze Şeridi’nde sağlık hizmetleri çöktü. Bebekler doğuyor, kuvöz yok. Anneler, steril olmayan çadır bezlerinin altında, ölümle yaşam arasındaki ince çizgide doğum yapıyor. Dünya Sağlık Örgütü’ne (DSÖ) göre Gazze’de hastanelerin yüzde 80’inden fazlası tamamen kullanılamaz halde. BM yetkilileri, yaşananları “dünyanın en hızlı insani çöküşü” olarak tanımlıyor.

Ancak bu çöküş yalnızca fiziksel değil; politik ve ahlaki olarak da bir çöküştür. Filistin halkı yalnızlaştırılıyor. Uluslararası sistem, milyonlarca insanın yaşama hakkını pazar pazarlığına çevirmiş durumda. İnsani yardım tırları aylarca bekletiliyor, BM kararları masa başında deliniyor.

Bu sessizlik, tesadüf değil. Çünkü emperyalist sistemin küresel çıkar haritasında Filistin yok. Ortadoğu’nun enerji koridorlarında, Batı’nın vekâlet savaşlarında Filistin halkı “jeopolitik bir hata” gibi görülüyor. Ne uluslararası medya ne de küresel sermaye düzeni için onların canı haber değeri taşımıyor.

Sosyalist bir perspektiften baktığımızda, Gazze yalnızca bir halkın toprağında yaşanan dram değil; emperyalizmin nasıl yaşama karşı sistemli bir saldırı yürüttüğünün göstergesidir. Açlık burada tesadüfi bir sonuç değil, bir stratejidir. Yaşam alanlarını daraltmak, nesilleri çökertmek ve sonunda teslim almak: İşte emperyalizmin taktiği budur.

Ve ben bu yazıyı yazarken, Gazze’de bir çocuk daha açlıktan ölüyor olabilir.

Gazze’deki insani felaket içerideki sürerken, dışarıdan gelen yardım çabalarında da nasıl sistematik biçimde engellendiği, 1 Haziran 2025’te yaşanan bir gelişmeyle bir kez daha görünür oldu. Özgürlük Filosu Koalisyonu tarafından, Gazze’ye yönelik ablukayı kırmak ve insani yardım ulaştırmak amacıyla İtalya’nın Katanya kentinden yola çıkan 18 metrelik Madleen adlı yelkenli gemi, İsrail ordusu tarafından açık denizde durduruldu. Gemide barışçıl direniş çağrıları yapan 12 insan hakları savunucusu bulunuyordu. Aralarında Avrupa Parlamentosu Üyesi Rima Hassan, iklim aktivisti Greta Thunberg, Türkiye’den Hüseyin Şuayb Ordu ve Yasemin Acar’ın da bulunduğu gönüllüler; Almanya, Brezilya, Hollanda, Fransa, İspanya ve İsveç’ten gelen diğer aktivistlerle birlikte gözaltına alındı. Gemideki hiç kimse direnmedi. Ancak buna rağmen İsrail ordusu tarafından alıkonuldular ve gemiyle tüm iletişim kesildi.

Birleşmiş Milletler Özel Raportörü Francesca Albanese, Madleen’in ve içindeki gönüllülerin serbest bırakılması için çağrı yaptı. Bu çağrılar günler sonra kısmen karşılık buldu; gönüllüler serbest bırakıldı.

Asıl amaç, Gazze halkına yardım ulaştırmak ve İsrail’in zulmüne sessiz kalanların dikkatini Filistin’e çekmekti.

İşte o ilk amaç gerçekleşmedi. Gemideki insani yardım malzemelerine el konuldu. Gazze’ye gıda, ilaç ve hijyen malzemesi götüren bu sembolik sefer, askeri müdahaleyle engellendi.

Bugün Gazze’ye yardım ulaştırmak bile suç sayılırken, bir halk açlıkla ve hastalıkla baş başa bırakılıyor. Dünyanın vicdanı, gemilerle yola çıkıyor ama sınırda durduruluyor. İşte o yüzden açlık, burada yalnızca bir sonuç değil, bir kuşatma biçimi haline geliyor.

Gazze’ye yönelik kuşatmanın bir başka dramatik göstergesi de, 20 Temmuz 2025’te yola çıkan Hanzala gemisiyle yaşandı. İtalya’nın Syracusa Limanı’ndan 13 Temmuz’da hareket eden ve Gallipoli’de kısa bir hazırlık süreci geçiren 18 metrelik yelkenli, Özgürlük Filosu Koalisyonu’nun (Freedom Flotilla Coalition-FFC) bir diğer insani yardım misyonuydu. Gemide 10 farklı ülkeden 21 gönüllü aktivist yer alıyordu. Amaç yine aynıydı: Gazze’ye yardım götürmek, ablukayı delmek, en azından dünyanın unuttuğu bir halkın yalnız olmadığını göstermek.

Ancak Hanzala da aynı akıbeti yaşadı. 26 Temmuz gecesi, uluslararası sularda seyir halindeyken İsrail ordusu tarafından durduruldu. Canlı yayınla izlenen müdahalede, askerlerin gemiye çıktığı, güvenlik kameralarını söktüğü ve aktivistlerin ellerini havaya kaldırarak teslim olduğu görüldü.

İsrail Dışişleri Bakanlığı, geminin 27 Temmuz’da Aşdod (Usdud) Limanı’na çekildiğini ve içindeki aktivistlerin gözaltına alındığını duyurdu. Gemi mürettebatından İsrail vatandaşı olan iki kişi karakola sevk edilerek serbest bırakıldı, beş aktivist sınır dışı edildi. Ancak kalan 14 aktivist 28 Temmuz’da sınır dışı edilmeyi kabul edene kadar Ramle kentindeki Givon Hapishanesi’ne gönderildi. Givon Hapishanesi’nde gözaltında tutulan aktivistlerden 7’si 29 Temmuz’da, 5’i ise 28 Temmuz’da sınır dışı edildi.

Bu olayın çarpıcı yanı, sadece yardımın engellenmesi değil, gemide İsrail vatandaşı olan barış savunucularının da bulunmasıydı. İsrail’in kendi vatandaşlarını dahi hapsederek susturmaya çalışması, bu savaşın yalnızca askeri değil, politik ve vicdani bir bastırma operasyonu olduğunu da gösteriyor.

Gazze’de çocuklar açlıktan ölürken, dünyanın dört bir yanından insanlar kendi olanaklarıyla yardım taşıyan teknelere binip Akdeniz’e açılıyor. Çünkü halklar, devletlerin sessizliğini vicdanlarıyla aşmak istiyor. Gemiler, insani yardım taşımanın ötesinde, insanlığın geri kalanının unutmadığını haykıran küçük ama onurlu çabalara dönüşüyor.

Ancak bu çabalar, tıpkı Madleen’de olduğu gibi Hanzala’da da sonuçsuz kalıyor. Gemiler durduruluyor, yardımlara el konuluyor, aktivistler susturulmaya çalışılıyor. Çünkü bu kuşatma sadece fiziksel değil, aynı zamanda düşüncenin, dayanışmanın, direnişin de kuşatılmasıdır.

Gazze’nin Sessiz Çığlığı: Kuşatma 

Bu coğrafyada yankılanan çığlık sadece Gazze’ye ait değil. İran’ın güneyinde çocuklar temiz su bulamıyor. Suriye’de on yıldır bombaların altında büyüyen nesiller, açlıkla sınanıyor. Lübnan’da bir kuruşluk ekmek için saatlerce kuyrukta bekleniyor. Tüm bu parçalanmış hayatlar, aslında tek bir sahnenin farklı kareleri: Adaletsizliğin sahnesi, emperyalizmin zulmüdür.

Gazze’deki yıkım, sadece bir şehrin değil; bir halkın ve bir bölgenin susturulma çabasıdır. Ama bu suskunluk, sadece Gazze’de yankılanmaz. Bu sessizlik Şam sokaklarında, Beyrut’un kenar mahallelerinde, Tahran’ın diplomatik salonlarında da bozulur. Çünkü Gazze’de atılan her bomba, sadece bir evi değil; yıllardır bastırılmaya çalışılan bir öfkeyi, bastırıldıkça mayalanan bir bölgesel direnişi de tetikler.

Bu çerçevede İran ve Suriye gibi ülkeler sadece kendi güvenlik politikalarını değil, ideolojik duruşlarını da Gazze merkezli inşa etmektedir. “Direniş Ekseni” olarak adlandırılan bu blok, İsrail’e karşı mücadeleyi hem askeri hem de sembolik bir duruş olarak benimseyen aktörleri bir araya getiriyor. Bu yüzden Gazze’ye düşen her bomba, Tahran’dan yapılan bir açıklamayla, Şam’da kurulan bir askeri planlamayla, Bağdat’ta toplanan bir gösteriyle karşılık buluyor.

Ancak bu denklemde bir başka gerçek daha var: Gazze’nin acısı üzerinden meşruiyet devşiren otoriter rejimlerin, kendi halklarına yönelik baskılarını görmezden gelemeyiz. İran’da kadınların susturulması, bastırılması, Suriyeli sığınmacıların ülkelerine dönememesi, bölgesel çatışmaların halklar üzerindeki yıkıcı etkisi; tüm bunlar, Gazze’deki direnişin haklılığını sulandırmamalı.

Bu nedenle Gazze ile dayanışmak, yalnızca İsrail’e karşı olmakla sınırlı değil; bölgedeki tüm halkların haklarını savunmakla da ilgilidir. Gazze bu yüzden yalnız değildir ama çok da yalnızdır. Çünkü onun adına konuşanların çoğu, kendi halklarına kulaklarını tıkamış durumdadır. İşte bu ikili tabloyu görmeden, Ortadoğu’daki trajediyi anlayamayız. Gazze, bu bölgenin hem vicdanı hem de aynasıdır.

İnsan hakları örgütleri kıyımın belgelerini ortaya koyarken, diplomasi ‘tarafsızlık’ maskesi altında suç ortaklığına dönüşüyor.

Gazze’deki bir çocuğun açlıktan ölmesi, Londra’da ya da Paris’te hükümetleri harekete geçirmiyor; çünkü o çocuk, küresel vicdan skalasında “görünür” değil.

Bu Bir Soykırımdır

İsrail’in 7 Ekim’den bu yana Gazze’ye uyguladığı saldırılar, bir savaştan çok topyekûn bir yok etme planının parçası. Sadece Hamas’ı değil, tüm Filistinlileri yok etmeyi hedefleyen bir politika yürürlükte. İsrail devletinin bu uygulamaları artık “soykırım” tanımı dışında başka bir kategoriye sığmıyor.

  1. İsrail’in Yıkım Mekanizması: Sivillerin Hedef Alındığı Yeni Bir Dönem

    İsrail’in uyguladığı sistematik abluka, uluslararası hukuku, temel insani normları ve savaş hukukunu hiçe sayıyor. Sadece sivilleri değil, hayatı da hedef alıyor. Tarım arazileri yakılıyor, hastaneler bombalanıyor, elektrik ve su kesiliyor. Gazze artık bir şehir değil; açık hava hapishanesi değil; topyekûn bir imha sahası.

    Elbette İsrail devleti bunu ilk kez yapmıyor. Ancak bu defa daha organize, daha sistematik ve daha göz göre göre yapıyor. Tüm bu sürecin hem medya hem siyaset ayağında yürütülen bir “riyaset” var. Batı’nın sessizliği, yalnızca diplomatik bir tarafsızlık değil, failliği örten bir zırh haline geliyor. “İki taraf da…” diye başlayan her cümle, katledilen çocukların üstüne bir beton daha atıyor.
  2. Türkiye’deki Sessizlik: Siyasi İrade ve Medyanın Sorumluluğu

    Bu suskunluk korosuna Türkiye de dâhil. Hükümetin İsrail’le yürüttüğü ticaretin kesilmemesi, gemilerin hâlâ gidip gelmesi, kameralar önünde edilen lafların bir vitrin olduğunu gözler önüne seriyor. Aynı şekilde ana akım medya da bu konuya gerektiği gibi eğilmiyor. Göstermelik haberler, tarafsızlık maskesi altında yürütülen dezenformasyon, kamuoyunun gerçeklere ulaşmasını engelliyor. Oysa Filistin halkı için bu topraklarda güçlü bir dayanışma geleneği vardı. 1980’lerde sokaklara dökülen gençler, 2000’lerde yürüyen yüz binler, Mavi Marmara sonrası meydanlarda haykıran halk… Bugün ise hem sokaklar sessiz, hem ekranlar karanlık. Sessizlik, suç ortaklığına dönüşmektedir.
  3. İsrail’i Koruyan Kalkan: Uluslararası İkilem ve Batı’nın Failliği

    İsrail devletinin bu ölçekte bir soykırımı bu kadar aleni biçimde işlemesinin ardında Batı’nın çifte standardı yatıyor. Ukrayna işgaline karşı birleşen devletler, konu Gazze olunca üç maymunu oynuyor. Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere Avrupa ülkeleri, İsrail’e maddi ve siyasi destek sunarken bir yandan da insan hakları söylemini ağızlarından düşürmüyorlar. Bu çelişki artık sadece bir ahlaki ikiyüzlülük değil; doğrudan failliğin parçası.
  4. Gazze’de, Altyapıdan Kültüre Kadar Bir Yıkım

    İsrail’in saldırıları yalnızca canları almıyor, kültürü, hafızayı, yaşamın tüm damarlarını hedef alıyor. Üniversiteler bombalanıyor, arşivler yok ediliyor, müzeler yıkılıyor. Bu, bir halkın hafızasının sistematik biçimde silinmesi anlamına geliyor. Ayrıca kadınlar ve çocuklar hedef alınıyor. Gazze’de bir jenerasyonun tamamı ya sakat ya travmalı ya da mezarda. Gelecek gasp ediliyor. Bu açıdan İsrail’in yürüttüğü yıkım, sadece askeri değil; aynı zamanda sosyolojik ve kültürel bir imha stratejisidir.
  5. Karartılan Ekranlar, Kapatılan Gözler, Medya Sansürü ve Algı Operasyonu

    Batı medyası İsrail’i mağdur gibi gösterirken, Filistinlilerin sesi bastırılıyor. Savaşın görüntüleri sansürleniyor, gerçekler filtreleniyor. Sosyal medya algoritmaları Filistin yanlısı içerikleri görünmez kılıyor. Türkiye’de de alternatif mecralar dışında bu sese kulak veren çok az mecra var. Gazeteciler korkutuluyor, haber merkezleri oto sansür uyguluyor. Tüm bu medya karartması, bir soykırımın gözlerimizin önünde yaşanmasına olanak tanıyor.
  6. Direnişin ve Dayanışmanın Tarihi: Unutulan Mücadele Mirası

    Filistin meselesi, Türkiye’de ve dünyada hep bir vicdan meselesi oldu. Ancak bu vicdan artık köreliyor. Özellikle genç kuşaklar arasında bu konuda bir sessizlik ve ilgisizlik hâkim. Oysa geçmişte Türkiye halkı Filistin için meydanlara çıkmış, kampanyalar düzenlemiş, boykotlar örgütlemişti. Bu sessizliğin nedeni sadece medyada değil; aynı zamanda eğitimin, siyasetin ve sosyal hayatın Filistin meselesinden kopartılması. Dayanışma bilinci yerini ilgisizliğe bıraktı. Ama hâlâ geç değil. Dayanışma yeniden örülebilir. Sessizlik duvarı, ortak mücadeleyle aşılabilir.
  7. Bu Sessizlik Suçtur

    Gazze’de yaşananlar karşısında sessiz kalmak, sadece ahlaki değil; tarihsel ve hukuki bir suçtur. İsrail’in işlediği suçlar kadar, bu suçları görmezden gelenlerin sorumluluğu da büyüktür. Bu yazı, tarihe bir not düşmek için yazıldı. Çünkü bir gün bu dönemin hesapları sorulacak. O gün geldiğinde, kimin nerede durduğunu gösteren belgelerden biri de bu metinler olacak. Artık görmezden gelmek değil, görüp ses vermek zamanı. Herkes için. Her yerde.

    Brecht sordu: “Ölüleri saymayın artık, diriler ne yapıyor ona bakın.”

    Bukowski yanıtladı: “En acımasız insanlar, hiçbir şey olmamış gibi davrananlardır.”

    Siz hâlâ susanlardan mısınız?

    Ben tarihçi değilim. Gazeteciyim. Kadınların, çocukların çığlıklarını iliklerime kadar hissettiğim bir soykırımın ortasında çaresizce duruyorum. Yazdım, sildim, yazdım bir daha sildim, ertelemek istemedim. Sizlerde susmayın. Konuşun. Yazın. Sokağa çıkın. Bu soykırıma sessiz kalmayın.

    Bütün bu olanlara rağmen… Bizler umudu korumak zorundayız.

    Gazze’de yıkıntıların altından çıkan bir çocuk, Suriye’de çadırda ders veren öğretmen, Lübnan’da duvarlara “özgürlük” yazan genç… Tesadüf değil. Halklar teslim olmuyor.
    Bizler; gazeteciler, yazarlar, sanatçılar, aydınlar, yurttaşlar -belgelemekle, anlatmakla yükümlüyüz. Kelimeler tanıktır. Tanıklık, unutmanın panzehridir.

    Gazze’ye, Suriye’ye, açlığa, susuzluğa, bombalara karşı vicdanımı yitirmemek için yazıyorum. Ve bir gün adalet yerini bulacaksa, bu tanıklıklar, direnen halk ve gönüllü aktivistler sayesinde olacak.
    Biz sosyalistler olarak biliyoruz ki mesele sadece savaşlara karşı çıkmak değil; o savaşları besleyen sistemi sorgulamak, dayanışmayı büyütmek ve gerçek barışı halklarla inşa etmektir.

    Gazze, 21. yüzyılda, dünyanın gözleri önünde, açlığa mahkûm edildi, ediliyor da. Bu sessizlik, sadece Gazzelileri değil, insanlık onurunu da karanlığa gömüyor.

    Bütün olanlara rağmen: Umudu ve adaleti korumak ve büyütmek zorundayız.


    Bilgi notu ve kaynaklar:

    Malnütrisyon:
    Yetersiz beslenme olarak da bilinen malnütrisyon, bir kişinin gıdalardan yeterli enerji, protein ve diğer besin maddelerini uzun süreler boyunca alamaması durumunda ortaya çıkar.

Kaynaklar:

1. UNRWA Situation Reports, Temmuz 2025

2. UNICEF Middle East and North Africa Humanitarian Briefing, Temmuz 2025

3. BM Genel Sekreteri Açıklaması – “The world’s fastest humanitarian collapse”, Mayıs 2025

4. Gazze Sağlık Bakanlığı Basın Açıklamaları, Haziran-Temmuz 2025

5. Uluslararası Gönüllü Yardım Kuruluşlarının Basın Bildirileri 

6. Al Jazeera ve The Guardian Gazze Yardım Konvoyları Haber Arşivi, Temmuz 2025

7. Selek, P. (2024) “Gazze: Direnişin Kadın Yüzü”, Yeni Kadın Dergisi, Sayı 25

8. Hass, A. (2000-2004)  Gazze Günlükleri, Haaretz Yazıları Derlemesi

9. B’Tselem (İsrail İnsan Hakları Merkezi), “Gazze’de Sivillerin Hedef Alınması ve Kolektif Cezalandırma Raporları”, btselem.org, 2023.

10. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi, “Filistin Topraklarında İnsan Hakları Durum Raporları, 2022–2024.

Editör: Müjgan Tekin
Düzelti: Müjgan Tekin
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Saba Esin, Sinem Yıldız
Seslendirme: Filiz Kılıç

Kadın Vardiyası – 2023
Bize Ulaşın: [email protected]

Login to enjoy full advantages

Please login or subscribe to continue.

Go Premium!

Enjoy the full advantage of the premium access.

Takipten Çık:

Takipten Çık Vazgeç

Cancel subscription

Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.

Go back Confirm cancellation