Köşe Yazıları İlke Kumartaşlıoğlu 19 Eylül 2025
Ataerkil kapitalizmin ürettiği parçalanmışlık, toplumsal mücadelelerimizi de birbirinden kopuk başlıklar halinde sunar. Erkek şiddeti, doğa talanı, LGBTİ+’lara dönük fobi, gençliğin geleceksizliği, çocuk istismarı, göçmen kadınların katmerli sömürüsü ve engelliliğin toplumsal dışlanışı sanki ayrı ayrı dosyalarmış gibi gündeme getirilir. Oysa burada sahip olunması gereken perspektif, bu başlıkların birbirinden yalıtılmış sorunlar olmadığını, aynı tahakküm zincirinin farklı halkaları olduğunu gösterir. Bu nedenle mesele tek tek sorunların sıralanması değil; parçalanmışlık perdesini yırtarak kadın mücadelesini birleşik bir toplumsal düzlem üzerinden örmek, bu hattın hem örgütlenmede hem de toplumsal pratiklerde nasıl karşılık bulacağını tartışmaktır.
Ataerkil kapitalizm, toplumsal sorunları gizlemenin en etkili yolunu onları parçalara ayırarak bulmuştur. Kadına yönelik erkek şiddeti “aile içi dram” diye küçültülür, göçmen kadınların katmerli sömürüsü “ekonomik zorunluluk” gibi meşrulaştırılır, doğanın hoyratça yağmalanışı teknik bir “maden politikası”na indirgenir, LGBTİ+’ların sistematik biçimde hedef alınması “ahlaki tartışma” kılıfıyla maskelenir, gençliğin bilinçli bir tercihle geleceksizliğe mahkûm edilmesi kader gibi dayatılır, çocukların istismarı bireysel sapkınlıklarla açıklanır, engelli kadınların toplumsal yaşamdan dışlanması ise “sosyal hizmet açığı”na indirgenir. Böylece her bir sorun siyasal ve toplumsal bağlamından koparılır, yönetilebilir küçük kutulara yerleştirilir. Oysa biz biliyoruz ki, bütün bu başlıklar aynı zincirin farklı halkalarıdır; zincirin adı ataerkil kapitalizmdir ve zincirin her halkası diğerini güçlendiren tahakküm ilişkilerinden beslenmektedir.
Erkek şiddetinin devlet şiddetinden, doğa talanının kadın emeğinin sömürüsünden, LGBTİ+ fobinin ataerkinin ideolojik aygıtlarından, göçmen kadınların ezilmişliğinin sınıfsal sömürünün en çıplak biçiminden, gençliğin geleceksizliğinin kapitalizmin yeniden üretim mantığından, çocukların istismarının patriyarkal iktidar ilişkilerinden, engelli kadınların dışlanışının ise eşitsizliklerin kalıcı hiyerarşilerinden bağımsız olmadığı aşikârdır. Sosyalist feminizm, parçalıymış gibi sunulan bütün bu sorunların tek bir zincirin halkaları olduğunu ortaya koyar ve o zinciri kıracak birleşik mücadele hattını kurma çağrısı yapar.
Bugün Türkiye’de devletin tavrına baktığımızda çarpıcı bir ikilikle karşılaşıyoruz. Kadınlar öldürülürken, ormanlar yakılırken, göçmen kadınlar ucuz işgücü olarak sömürülürken devlet ortada yoktur. Ama aynı kadınlar yaşam hakkı için yürüdüğünde, köylüler derelerini savunduğunda, LGBTİ+’lar eşitlik talebiyle sokağa çıktığında devlet bütün baskı aygıtlarıyla görünür hale gelir. Ve bu görünürlük korumak için değil, bastırmak içindir. Bu tabloyu özetlemek için “devletsizlik ile faşizmin aynı anda işleyişi” kavramı yerindedir: bir yandan yokluk, yani kadınları, çocukları, doğayı, göçmenleri korumasız bırakmak; diğer yandan baskı, yani hak arayanı susturmak ve cezalandırmak. Bu ikilik, tesadüfi bir çelişki değil, ataerkil kapitalizmin siyasal stratejisidir. Sessizlikle normalleştirir, şiddetle bastırır; yokluğuyla da varlığıyla da aynı düzeni besler.
Erkek şiddeti, bu düzenin en temel aygıtıdır. Tarih boyunca kadınların emeğini, bedenini ve yaşamını denetim altında tutmanın yolu erkek şiddeti üzerinden örgütlenmiştir. 19. yüzyılda kadın işçilerin ücretleri sistematik olarak erkeklerden düşük belirlenirken, ev içinde şiddetin cezasız kalması, kadınların ekonomik bağımlılığını pekiştirmiştir. Bugün kadın cinayetlerinin hâlâ “bireysel öfke” ya da “aile içi mesele” gibi sunulması, bu tarihsel sürekliliğin bir sonucudur. Erkek şiddeti, kadınları ucuz, itaatkâr ve görünmez kılmanın en kaba aracıdır.
Doğa talanı, ataerkil kapitalizmin kadın bedenine bakışının uzantısıdır. Kadın nasıl sınırsızca yeniden üretime zorlanıyorsa, doğa da sınırsızca tüketilecek bir kaynak deposu olarak görülür. Bu yaklaşımın kökleri, modernleşme sürecinin ilk adımlarında doğanın fethedilecek bir alan olarak tasarlanmasına kadar uzanır. Maden şirketlerinin köyleri talan etmesi ile kadınların ev içine hapsedilmesi aynı mülkiyetçi zihniyetin ürünüdür. Ormanı yakmakla kadını öldürmek arasında görünmez ama derin bir bağ vardır. Bu nedenle ekoloji mücadelesi feminist mücadelenin dışında değil, tam merkezindedir.
LGBTİ+’lara yönelik fobi ve nefret siyasetinin de tarihsel bir arka planı vardır. 20. yüzyıl boyunca modern ulus-devletler toplumsal cinsiyet rollerini disipline eden politikalarla iktidarlarını sağlamlaştırmış, farklı cinsel yönelimleri ve kimlikleri kriminalize ederek kendilerini “ahlaki düzenin koruyucusu” olarak sunmuşlardır. Türkiye’de de benzer bir süreklilik görmek mümkündür. Kadınlara itaat, erkeklere iktidar rolü biçilir; bu rollerin dışına çıkan herkes “sakıncalı” ilan edilir. Onur yürüyüşlerinin yasaklanması, sadece LGBTİ+’ların görünürlüğünü engellemek değil, toplumun tamamına bir disiplin mesajı vermektir. Kadın özgürlüğü ile LGBTİ+ özgürlüğü bu nedenle birbirinden ayrı düşünülemez; eril devlet aklına karşı yan yana var olurlar.
Göçmen kadınların deneyimi ise ataerkil kapitalizmin en çıplak yüzünü gösterir. Hem kadın oldukları için cinsiyetçi sömürüye maruz kalırlar, hem yoksul oldukları için ucuz işgücü olmaya mahkûm edilirler, hem de “yabancı” oldukları için düşmanlaştırılırlar. Bu katmerli sömürü, feminist mücadelenin ulusal sınırlar içine hapsedilemeyeceğini, enternasyonalist bir karakter taşıması gerektiğini açıkça ortaya koyar. Göçmen kadınların hikâyesi, kesişimsel eşitsizliklerin yalnızca akademik bir kavram değil, somut bir yaşam gerçeği olduğunu gösterir.
Gençlerin ve çocukların geleceksizliğe mahkûm edilmesi de bu düzenin bilinçli bir tercihidir. Kapitalizmin yeniden üretimi, geleceğini kaybetmiş kuşakların itaati üzerine kurulur. Üniversite mezunu gençler işsizlik ve güvencesizlikle sınanır, borçlulukla denetim altına alınır. Genç kadınlar hem ekonomik güvencesizliğin hem de cinsel sömürünün merkezinde tutulur. Çocukların istismarı bireysel sapkınlıklara indirgenerek yapısal kökeni gizlenir. Oysa çocukların yaşamlarının piyasa mantığına göre değersizleştirilmesi, onların hem bedenlerini hem de geleceklerini ataerkil kapitalizmin disiplinine tabi kılar.
Engelli kadınların dışlanışı, eşitsizliğin nasıl çok katmanlı işlediğini gösterir. Toplumun en dışına itilerek görünmez kılınan engelli kadınların yok sayıldığı bir eşitlik tahayyülü, eksik ve sahte bir eşitlikten başka bir şey değildir. Tarihsel olarak da engelli bedenler üretkenlik ölçütlerine göre değersizleştirilmiş, “işe yaramaz” ilan edilmiştir. Sosyalist feminizm, en çok dışlananı merkeze almadıkça gerçek eşitliğin kurulamayacağını vurgular. Görünmez kılınan deneyimleri mücadelenin merkezine taşımak, toplumsal özgürlük tahayyülünü buradan kurmak, sosyalist feminist hattın en güçlü iddiasıdır.
Bütün bu alanların tek tek değil, bir bütün olarak ele alınması, örgütlenmenin de aynı bütünlükle düşünülmesini gerektirir. Örgütlenme dediğimiz şey, yan yana duran kompartımanlar yaratmak değildir. Hayatın içinde zaten birbirine geçmiş olan alanları politik düzlemde buluşturmaktır. Parti içinde kadın, LGBTİ+, gençlik ve ekoloji meseleleri tali başlıklar değil, politik hattın omurgası olmak zorundadır. Feminist perspektif bir ek unsur değil, bütün politik çizgiyi belirleyen temel ilkedir. Toplumda da parçalı kampanyaların ötesine geçmek gerekir. Kadın cinayetlerine karşı yürürken göçmen kadınların yaşadığı sömürüyü görünür kılmak, ekoloji direnişinde yalnızca doğayı değil kadın emeğini ve yaşamın bütününü savunduğumuzu anlatmak, LGBTİ+ yürüyüşlerini yalnızca bir kimliğin talebi değil, hepimizin ataerkiye karşı ortak direnişi olarak kurgulamak, birleşik mücadelenin pratik karşılıklarıdır.
Bugün bu ülkede kadınlar sokakta öldürülürken devlet ortada yoksa, doğa talan edilirken köyler susuz bırakılıyorsa, göçmen kadınlar üç kuruşa emeğini satmaya mecbur bırakılıyorsa, LGBTİ+’lar var olma hakkı için her gün hedef gösteriliyorsa, gençler işsizliğe ve geleceksizliğe terk ediliyorsa, çocukların çığlıkları duyulmazdan geliniyorsa, engelli kadınlar görünmez kılınıyorsa; hepsi aynı düzenin farklı yüzleri olduğu içindir. Ve bu düzenin adı ataerkil kapitalizmdir.
Ama biz parçalanmayı reddediyoruz. Biz ayrı ayrı koridorlarda değil, aynı zeminde, aynı öfkeyi ve aynı umudu büyüterek yürüyoruz. Çünkü biliyoruz ki; birimizin yarası hepimizin yarasıdır, birimizin sesi hepimizin sesidir. Bizim mücadelemiz ancak birbirinin hikâyesini sahiplenen, birbirinin kavgasını kendi kavgası bilen bir mücadele olduğunda gerçek bir güce dönüşür. Zinciri kıracak olan da budur: yan yana gelen öfkelerimiz, birleşmiş ellerimiz, omuz omuza büyüyen dayanışmamız.
Ve o gün geldiğinde, sadece tek tek haklarımızı değil, hayatın bütününü özgürleştireceğiz. Ne erkek şiddeti kalacak ne doğa talanı; ne geleceksizliğe mahkûm edilen gençlik ne görünmez kılınan engelli kadınlar; ne de emeği ucuzlaştırılan, sesi bastırılan göçmen kadınlar. Hepsinin yerine dayanışmayla örülmüş, özgürlüğün nefes aldığı bir yaşam kurulacak. İşte o gün, ataerkil kapitalizmin zinciri gerçekten kırılmış olacak.
Editör: Telli Kayalar
Düzelti: Telli Kayalar
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Sinem Yıldız
Seslendirme: Şadan Genç
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖