Köşe Yazıları Hatice Özbay 17 Mayıs 2025
Evet, yanlış okumadınız. Devlet bugün tam da bunu yapıyor.
“(15 Mayıs 2025) Bugün Ankara Kızılay’da caddeden geçerken önüme bir masa çıktı. Üzerinde Sağlık Bakanlığı logosu vardı. Genç kadınlar, yaşlı adamlar sıraya girmiş, tek tek tartılıyor, boyları ölçülüyor. Kilosu ‘fazla’ çıkanlar bir merkeze yönlendiriliyor.” Bu bir arkadaşımın aktarımıydı. İnanamadım, sosyal medyaya girdim baktım… Sosyal medyada doğruladığım bu görüntü, devletin sağlıkla ilgili yaklaşımının sadece sayısal ve mekanik olduğunun somut bir göstergesiydi.
Bir algoritmanın soğuk sayısal yargısına göre bedenler ‘fazla’, ‘az’ ya da ‘eksik’ olarak sınıflanırken, birkaç sokak ötede çocuk bedenlerinin en temel hakları sessizce çiğneniyor.
Haber şöyleydi: “CHP İstanbul Milletvekili Gamze Akkuş İlgezdi, 14 Mayıs 2025 tarihinde Mecliste yaptığı açıklamada, 2001-2024 yılları arasında Türkiye’de 18 yaş altı 590.317 çocuğun doğum yaptığını ve bunlardan 21.487’sinin 15 yaşın altında olduğunu belirtti. Ayrıca, mahkemelerin çocuklara evlilik izni vermesinin istismarı meşrulaştırdığını ifade etti.”
Bu rakamlar, birçok ilin nüfusunu aşan bir sayıya denk geliyor. Örneğin, 2024 yılı itibarıyla Ardahan’ın nüfusu yaklaşık 96.000, Bayburt’un ise yaklaşık 84.000. Yani çocuk yaşta doğum yapanların sayısı, bazı illerin toplam nüfusundan fazla. Düşünün, bir şehir dolusu çocuk, çocuk doğuruyor. Henüz kendisi çocukken anne oluyor. Fiziksel olarak da psikolojik olarak da gelişimini tamamlamamışken, bir başka canlının sorumluluğunu üstleniyor. Üstelik çoğu zaman bu çocuklar, doğurdukları çocukları Sosyal Güvenlik Kurumu’na bırakmak zorunda kalıyor.
Peki şimdi ben de soruyorum: Beyler, bu çocuklar nerede tartıldı? Hangi merkeze yönlendirildi? Hangi devlet eli onların yarasına bir ölçü tuttu? Göz göre göre yaşanan bu acılar, hangi terazide ölçülüp biçildi?
Üstelik bir de bu yılı “Aile Yılı” ilan ettiler ya… Ne ironik. Hangi ailenin yılı bu? Çocuk yaşta doğum yapan o binlerce çocuğun ailesi mi var? Ya da doğurduğu çocuğu bir kuruma bırakmak zorunda kalan o küçücük bedenin kuramadığı aile mi? Gerçekten soruyorum: Bu yıl kimin yılı?
Devletin dilinde “aile” var ama sahada çocuklara sahip çıkan bir sosyal politika yok. Çocuk yaşta evliliklere mahkeme eliyle izin verilirken, başka bir koldan “aile yapısı güçlendiriliyor” deniyor. Oysa yapılması gereken çok açık: Çocukları çocukluklarından etmek değil, onları yaşatmak. Çünkü o çocuk, geleceğin ailesi değil; önce bugünün insanıdır.
İşte tam da bu yüzden, devletin ‘bedeni’ tartma ve sınıflandırma operasyonları boşuna; çünkü göz göre göre acılar yaşanıyor, ama bunlar görmezden geliniyor.
Beyler bu çocuklar nerede tartıldı? Hangi merkeze yönlendirildi?
Hangi devlet eli, onların yarasına bir ölçü tuttu? Gerçekten merak ediyorum. Bir anne olarak merak ediyorum. Mücadele veren bir kadın olarak, bu ülkenin yurttaşı olarak merak ediyorum. Hem de “Aile Yılı” ilan edilmiş bir yılda, aileden anladığınız bunlarsa vay halimize, diyerek merak ediyorum.
Devlet bedenle ilgileniyor, ama hangi bedenle?Fazla kilo, fazla tuz, hareketsizlik bir halk sağlığı sorunu.
Peki 13 yaşında doğum yapan bir çocuğun ruhu halk sağlığı sorunu değil mi?
Onu doğuranı cezalandırmayan sistem neyin sağlığını gözetiyor?
Teraziler kurmuşlar şehrin ortasına ama bazı ağırlıklar ölçülmüyor, ölçülemiyor.
Bazı çığlıkların sesi desibel cihazına sığmıyor.
Devletin terazisi sadece sayısal değerlere odaklanıyor; çocuklar, onların acıları ve rızası ise hiç yok sayılıyor. Sadece yağ oranı var, karbonhidrat düzeyi var.
Fazla kilolular için özel merkezler var belli ki yenileri açılıyor, ancak çocukluğundan, bedensel ve ruhsal masumiyetinden mahrum bırakılan çocuklar için hangi destek merkezleri var?
Terazinin kefesinde kim var? Kim yok?Gördüğümüzle görmediğimizi aynı düzleme koymadan, hangi adalet terazisi doğruyu gösterir?
İçimizde Donan Kan
2017 yılında, İstanbul’daki Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde görevli hemşire Ş.İ.N., yalnızca beş ay içinde 38’i 15 yaş altı olmak üzere toplam 115 hamile çocuğun kaydının gizlendiğini fark etti. Bu durumu tutanak altına alarak savcılığa bildirdi.
Ancak ihbarın ardından Ş.İ.N. hakkında soruşturma başlatıldı ve görev yeri bildiğimiz iki kez değiştirildi. Bu süreçte hastane yönetimi ve ilgili kurumlar, ihbarın asılsız olduğunu öne sürdü.
O dönem yazdığım bu haber şimdiye kadar yaygın medyada unutuldu, ama bizim içimizdeki kan hâlâ donuyor. Çünkü o gün değişen sadece isimler oldu, sistem aynı kaldı.
Çünkü değişmedi.
O gün olduğu gibi bugün de içimizde kan donuyor. Çünkü ne yazık ki o günden bugüne Bakanlar değişti, çocukların trajedileri değişmedi; sistem ise aynen işlemesine devam etti.
Bugün hâlâ hastanelerde, adliyelerde, sokaklarda, okullarda çocukların istismara uğradığını, çocuk gebelerin arttığını duyuyoruz.Sayılar değişiyor, şehir değişiyor, ama acı aynı acı kalıyor.
Üstelik bu acının üzerine örülmeye çalışılan suskunluk duvarı, olayı bireysel vakalar gibi gösterme çabası, sistematik sorumluluğu görünmez kılıyor.
Bugün bir başka şehirde, bir başka hastanede benzer bir tabloyla yüzleşiyoruz.Yeni rakamlar, yeni çocuklar, yeni utançlar…
Değişmeyen tek gerçek var: Öfkemiz damarlarımıza kadar işliyor, şaşkınlığımız midemizi bulandırıyor… Ama o koltuk yerinden kıpırdamıyor. Üzerine oturan her yeni yüz, aynı suç ortaklığını sürdürüyor; iktidarın değişmez koltuğu.
Ve sorularımız da aynı:
Neden hâlâ bildirim yükümlülüğü yerine getirilmiyor?
Neden çocukların ruhu, bedeni, geleceği göz göre göre heba ediliyor?
Neden cezalar hâlâ yeterince caydırıcı değil?
Neden kamu görevlileri hâlâ susuyor?
Neden idealist bir hemşirenin ya da hekimin yeri değiştiriliyor, cezalandırılıyor?
Ve tüm bunlara rağmen hala kökten değişim yaşanmıyor, istifalar yok ve iktidardakiler görevlerine devam edebiliyor.
Yıllar önce “toplum bu utancı daha fazla taşıyamaz” demiştim. Bugün bir kez daha görüyorum ki, sistem bu yükü çocukların ve vatandaşın omzuna yüklemeye devam ediyor.
Bugün bir çocuğun adı bile anılmadan üstü kapatılan birçok istismar vakasının içindeyiz. Belki bir çocuk daha doğurduğu bebekle değil, sessiz çığlığıyla büyüyor ya da ölüyor. Belki bir başka idealist sağlık çalışanı daha yalnız bırakılıyor. Hala, bir çocuğun adı bile anılmadan üzeri kapatılan istismar vakalarının karşısında ‘kanımız donuyor’ diyoruz. Oysa bu kanıksanmış istismar gerçekliğiyle mücadele etmek zorundayız.
Hesap soramıyoruz. Sorunca da cevap alamıyoruz. Vicdanlar kurudu, devlet terazisi bozuldu.
Görev Değişmedi, Sadece İsimler Değişti
Yenidoğan Çetesi skandalı, Türkiye’de sağlık sistemindeki çürümüşlüğün ve etik iflasın somut bir kanıtıdır. Bazı özel hastanelerde doğan bebeklerin ailelerine verilmeden kaçırıldığı, bazılarının yaşamını yitirdiği ve ‘evlatlık verildiği’ iddiaları kamu vicdanını derinden yaraladı. Ancak bu büyük suç örgütü karşısında yalnızca birkaç bürokrat yer değiştirdi, sistem sorgulanmadı.
Yenidoğan çetesi gibi bir skandalın ardından birkaç bürokratın yerini değiştirmek, bir toplumun sağlığına yönelen sistemsel saldırıyı aklamaz. Çünkü burada değişen yalnızca isimler; değişmeyen ise sağlık sisteminin çürümüş anlayışıdır. Görevden alma haberleri medyada “hesap veriliyor” görüntüsü yaratmak için dolaştırılıyor ama sorulması gereken asıl soru şudur: Bu çocuklar nasıl bu sistemin içinde kayboldu?
O çetenin iddianamesine göre bazı özel hastanelerde doğan bebekler, ailesine verilmeden kaçırıldı; bazıları yaşamlarını kaybetti, bazıları gizemli şekilde “evlatlık verildi.” Devletin göz göre göre büyüttüğü bu suç ağında, yalnızca birkaç görevli yer değiştirdi. Ne etik çöküşle hesaplaşıldı ne sistemin bu suça nasıl ortak olduğu sorgulandı.
Sağlık Bakanlığı, gerçek sağlık sorunlarıyla mücadele etmek yerine, futbolculara sağlık pankartları tutturmakla ve Kızılay Meydanı’nın ortasına tartılar koymakla oyalanıyor. Birinci basamak sağlık hizmetlerine ulaşmak giderek zorlaşırken, şehir hastaneleri kar hırsıyla yönetiliyor; kamu hastanelerinde ise doktorlar bitme noktasına geliyor. Bakanlık ise kendini içi boş ‘farkındalık etkinlikleriyle’ var etmeye çalışıyor.
Oysa halkın ihtiyacı gösteri değil; güven. Çocuğunun aşısını yaptırabildiği, yaşlısını sıra bekletmeden muayene ettirebildiği, hekime saygının yeniden kurulduğu bir sistem. Ama bunun yerine şunu görüyoruz: Bedenlerin yağı ölçülüyor ama sağlık sisteminin çürümüş hücreleri ölçülmüyor.
Çocuğun Bedeni Geleceğin İnşasıdır
Bugün çocuk bedenleri sistemin terazisinde yok sayılırken, çocuk ruhu sessizlikle boğuluyor. Eğitimdeki yetersizlik, dinin eğilip bükülerek bir denetim aracına dönüştürülmesi ve yoksullukla yoğrulmuş bir yaşam, istismarı mümkün kılan zeminleri büyütüyor. Oysa çocuk bedeni, sadece korunması gereken bir organizma değil, geleceğin bizatihi kendisidir. Çocuk hakları, sosyalist bir toplumda üst başlık değil, yaşamın her alanına sinmiş bir özdür. Devletin terazisinde yalnızca yağ oranı değil; ruh sağlığı, eğitim hakkı, oyun ihtiyacı ve çocukluk onuru da tartılır.
Kapitalist düzende beden, üretkenlik dışına çıkarsa ‘yük’ olur. Çocuk ya ucuz iş gücüdür ya da doğurganlıkla ölçülen bir ‘geleceğin annesi’. Oysa sosyalist bir yaşamda çocuk, “kâr” getiren bir yatırım aracı değil, toplumun ortak vicdanı ve değeridir. Onun ruhsal gelişimi, duygusal ihtiyaçları, eğitime erişimi yalnızca bireyin sorumluluğu değil, kolektif bir görevdir. Çünkü çocuk, sadece bir ailenin değil, bir toplumun ortak emanetidir.
Ataerkil zihniyetin çocuklar üzerindeki baskısı ise bu düzenin en görünmez ama en kalıcı şiddetidir. Erkek çocuğuna “aç oğlum, pipini görsünler, hanimiş büllüşü oğlumun?” denirken; kız çocuğuna “ört, ayıp, günah” denir. Erkeğin açması, kadının kapanması çocuklukta örgütlenir. Birinin bedeni kudretle kutsanır, diğerinin bedeni utançla örtülür. Cinsiyet rolleri çocuk yaşta bedenlere kazınır. Erkek çocuğa “dayanıklı ol, kız gibi ağlama, at tokadı sözün geçsin” denir; kız çocuğa “sus, itaat et, utan,” öğretilir. Böylece çocukluk, hem cinsiyet hem sınıf tarafından kuşatılmış bir hapishaneye dönüşür. Bu baskı, yalnızca bireyi değil, toplumsal dönüşümün imkânlarını da boğar. Çocukların oyun alanları, hayal kurma yetileri, duygularını ifade etme hakkı patriyarkanın ve bazen de tarikatların kontrolüne terk edilir.
Geçmişe döndüğümüzde, devrimci süreçlerin çocuklara nasıl yaklaştığına da bakmak gerekir. Küba Devrimi bu anlamda çarpıcı bir örnektir. Eğitim ve sağlık, çocuklar başta olmak üzere herkesin hakkı olarak görülmüştür. Bugün dünyanın en iyi kanser tedavisi yapan doktorlarının birçoğu Kübalıdır ve birçok ülkede Küba sağlık merkezleri hâlâ aktif şekilde hizmet vermektedir. Çocuklar için kurulan okullar, sanat kurumları ve sağlık merkezleri yalnızca “koruma” amacıyla değil; onları yeni bir dünyanın kurucuları olarak görerek inşa edilmiştir. Çocuklar sadece mağduriyetle anılmamış, aynı zamanda özne olarak tanınmıştır. Çocuk aklı ciddiye alınmış, bedeni kutsanmış, sesi duyulmuştur.
Mevcut sistemde devlet, çocuğun bedeniyle değil ancak üretime, nüfusa veya gündeme katkısı varsa ilgileniyor. Tartıların gölgesinde kaybolan çocuklar, yalnızca sayılardan ibaret hale getiriliyor. Erken yaşta işçileştirilen, evlendirilen, eğitimsiz bırakılan çocuklar bu sistemin gözünde ‘kayıp değil’; maliyet dışı bırakılmış kalemlerdir.
Oysa bir toplumun ahlaki pusulası, çocuklarına ne yaptığıyla ölçülür. Teraziler kuruyorsanız eğer, önce adaletin terazisini kurun. Ölçülecekse eğer bir şey, o da bu ülkenin vicdanıdır.
Editör: Sabâ Esin
Düzelti: Sabâ Esin
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sinem Yıldız, Sabâ Esin
Seslendirme: Filiz Kılıç
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖