Köşe Yazıları Hatice Özbay 16 Ağustos 2025
2025 yılı, Cumhurbaşkanın tensipleriyle Aile Yılı ilan edildi. Resmi açıklamalarda TRT Haber’den Yeni Şafak’a, NTV’den Olay Gazetesi’ne kadar hemen her medya organı tek ses, tek slogan olarak ve koro halinde, bu kararı “toplumun tüm kesimlerinde farkındalık yaratma” olarak sundu. Ancak bu farkındalık, kadın cinayetlerinin her yıl katlanarak arttığı, çocukların çoğunlukla aile içinde şiddet gördüğü, LGBTi+’ların kriminalize edildiği bir ülkede neye hizmet edecek? Şu ana dek iyi bir şeye hizmet etmedi de.
Erdoğan’ın sözleri netti: “Ailenin küresel gayrimeşru akımlar- özellikle LGBTi+ hareketi- tarafından dinamitlendiğini görüyoruz” dedi. Ve ekledi: “doğurganlık düşüyor, ‘en az üç çocuk’ hedefi şart.” Bu, tesadüfen söylenmiş bir demografi uyarısı değil; tek adam rejiminin nüfus politikalarının bir parçası. Amaç, ekonomik kriz, işsizlik ve yoksulluğun sorumluluğunu politik iktidardan uzaklaştırıp, faturayı kadınların bedenine, emeğine ve geleceğine çıkarmak. Öyle de oldu ve olmaya da devam ediyor.
Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, yıl boyunca “aile kurumunun korunması ve güçlendirilmesi” için etkinlikler ve projeler yapacağını, “hayata dokunacak müjdeler” vereceğini açıkladı. Ne var ki, bu müjde diye önümüze sürülenleri 2024’te öldürülen 394 kadın ve şüpheli şekilde ölen 259 kadın duymayacak. Bu “Aile Yılı”nda, kadın değil aile kutsanıyor; birey değil, ataerkil hiyerarşi korunuyor.
Dudak uçuklatan 2024 gerçeklerini kısaca hatırlayalım (Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, 2024 verileri): Öldürülenlerin %57’si kendi evinde, %71’i aile içindeki erkekler tarafından öldürülmüştür. 2024’te 20 kadın, korunma kararı olmasına rağmen öldürülmüştür. Bu ölümlerin arasında 19 kız çocuğu babaları tarafından, 9’u ise anneleriyle birlikte öldürülmüştür.
Bu veriler, aile odaklı bir söylemin aksine, şiddet karşısında ne denli yetersiz olunduğunu açıkça göstermektedir. Kadına yönelik şiddeti görünmez kılan bu tür politikalar, gerçekte kadınlara ve çocuklara zarar veren sistematik bir bakışın yeniden üretilmesine hizmet etmektedir. Çünkü gerçekler çok acı.
• Şiddet faillerinin %65’i “barışma”, “evine dön” telkinleriyle serbest kalıyor.
• Aile içi şiddet davalarında mahkemelerin %48’i “haksız tahrik” indirimi uyguluyor.
• Kadınlar ekonomik bağımsızlıklarını kaybettikçe şiddet gördükleri evleri terk edemez hale geliyor.
Mor Çatı’ya 2024’te başvuran kadınların %82’si “ekonomik bağımsızlığım yok” dedi. Bu kadınların %56’sı, şiddet gördüğü halde evinden ayrılamadı.
Bu tablo, “aile” odaklı politikaların şiddeti durdurmak bir yana, meşrulaştırdığını da gösteriyor. Ekonomik kriz, aile içi şiddetin hem sıklığını hem de kadınların şiddet döngüsünden çıkamamasını artırıyor. Buna rağmen “Aile Yılı” söylemi, kadınların ekonomik bağımsızlığını güçlendirecek tek bir anlamlı politika önermiyor.
Aile Söyleminin İdeolojik İşlevi
“Aile Yılı” ilanı, ilk bakışta masum bir farkındalık kampanyası gibi sunuldu. Taktikleri bu. (Tıpkı hayvan katline “uyutmak” dedikleri gibi masum, masumane hatta şirin ifadelerle…)
Oysa bu söylemin tarihsel ve ideolojik köklerine bakınca, çıplak bir gerçek ortaya çıkıyor: Tek adam rejimi, Louis Althusser’in kavramsallaştırdığı “devletin ideolojik aygıtları” anlayışı ile uyumlu olarak aileyi devletin en önemli ideolojik aygıtlarından biri olarak kullanıyor. Aileyi; bireyleri itaatkâr yurttaşlara dönüştüren, ataerkil düzeni yeniden üreten ve kapitalist üretim ilişkilerini besleyen bir kurum olarak inşa ediyor.
Aile içinde ücretsiz bakım emeği, çoğunlukla kadınlar tarafından karşılanıyor. TÜİK verilerine göre kadınlar, erkeklere kıyasla günde ortalama 4,5 saat daha fazla ev içi bakım işi yapıyor. Kreşler, yaşlı bakım merkezleri, kamusal bakım hizmetleri yaygınlaşmadığı için kadın emeği eve hapsediliyor. Devlet bu bakım yükünü üstlenmek yerine; tam tersine, “annelik” ve “fedakârlık” kutsamasıyla kadınları gönüllü köleliğe ikna etme çabasında.
Duyuruda ayrıca doğurganlığın (fertility) düşüşü ve “en az 3 çocuk” çağrısı vurgulanıyor. Nüfus politikaları aracılığıyla aile üzerinden toplumsal mühendislik mesajları da iletiliyor. Bu, yalnızca nüfuartışını sağlamak değil; kadınların bedenleri ve doğurganlığı üzerinde kontrol kurmak ve ucuz iş gücünü sürekli yenilemek anlamına geliyor.
“Aile yılı” söylemi, kadınların bireysel haklarını görünmez kılıyor. Birey olarak kadını değil, ataerkil ailenin “namus” ve “koruma” maskesi altındaki yapısını kutsuyor. Bu, aynı zamanda LGBTİ+ bireylerin “aileye tehdit” olarak gösterilmesiyle birleşiyor. Böylece toplumsal çeşitlilik kriminalize edilip “makbul vatandaş” tanımı daraltılıyor.
Bu ilan, bize toplumsal bir birliktelik ve koruma hikâyesi satmaya çalışıyor. Oysa mas edilen gerçek şu: Bu iktidar, kadınların özgürleşmesini istemiyor. Kadınları evin içinde tutmak, çocuk bakımını ve ev işlerini onlara yüklemek, erkek şiddetini ise “aile içi mesele” olarak göstermeye devam etmek istiyor. Bu kabul edilemez.
Bu sadece muhafazakâr bir ahlak dayatması değil, aynı zamanda sınıfsal bir mesele. Yoksul kadınlar, ekonomik bağımsızlıklarını kazanamadıkları için şiddet gördükleri evlere ya da koloni halinde büyük aile bireyleriyle yaşamaya mahkûm ediliyor. Zengin kadınlar ise “örnek anne” ve “aile onuru” imajıyla vitrinde tutuluyor. Her iki durumda da kadının kimliği, üretken, bağımsız bir birey olarak değil; bir erkeğin, bir ailenin, bir soyun parçası olarak tanımlanıyor.
“Aile” perdesi, LGBTİ+’lara karşı nefret kampanyasını da besliyor. Eşit yurttaşlık talebi “aileyi yıkmak” olarak damgalanıyor. Böylece hem patriyarka hem de heteronormatif düzen yeniden üretiliyor.
Bizim için esas mesele, sadece “aile”yi değil, eşitliği, özgürlüğü ve güvenliği merkeze koymak. Kadın cinayetlerini durdurmanın yolu, “aile”yi kutsamaktan değil;
Sosyalist feminist bir perspektif, aileyi yıkmayı değil, onu özgür bireylerin eşit ilişkiler kurduğu bir birlikteliğe dönüştürmeyi savunur. Ataerkil ve kapitalist zincirleri kırmadan ne kadın ne çocuk ne LGBTİ+ özgürleşebilir.
“Aile Yılı” perdesini yırtalım. Gerçeği görelim.
Diyanet’in Fetvası ve Devletin İdeolojik Bütünleşmesi
2024’te Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB), boşanma hakkının “aileyi yıkacağını” ve “kadınların aile içindeki itaat yükümlülüklerini” vurgulayan fetvalar yayımladı. Yine aynı yıl, Diyanet hutbelerinde “LGBT sapkınlığı” ifadesi en az 38 kez yer aldı. Bu söylem, Erdoğan’ın 2025 “Aile Yılı” açıklamasında LGBTİ+’ları “aileyi dinamitleyen küresel akımlar” olarak tanımlamasıyla bütünleşerek devletin dini kurumlar eliyle yürüttüğü ideolojik hattı görünür kıldı.
Yani “Aile Yılı”, yalnızca bir bakanlık kararı değil; dini meşruiyet kalkanı altında topluma dayatılan, devletin tüm ideolojik aygıtlarının eşgüdüm içinde yürüttüğü bir projedir.
Önce fetva ile zemini hazırlanır, ardından siyasi söylemle yasa ve uygulamaya dönüştürülür. Bu stratejinin en önemli ayağı Diyanet’tir. 2024’ün son haftalarında, DİB’in camilerde okutulan cuma hutbesinde “aileyi yıkmaya çalışan küresel sapkın akımlar” ifadesiyle LGBTİ+ hareketi doğrudan hedef gösterildi.
Bu fetva niteliğindeki hutbeler, milyonlarca insanın zihin dünyasına aynı mesajı kodladı: “Aileyi korumak, bireylerin haklarını kısıtlamak pahasına da olsa meşrudur.” Siyasal iktidarın baskıcı söylemi, dini meşruiyet perdesiyle örtülerek topluma dayatıldı. Bu bir tesadüf değil; sistematik ve planlı bir stratejidir.
Kıyafetten Bedene, Beden Üzerinden Siyasete
Geçen hafta yazdım “Hayâ Hutbesi İle Laikliğe Yönelik Eşzamanlı Müdahale”1
1 Ağustos 2025 — Hayâ: Allah’ın Emri, Fıtratın Gereği” başlıklı cuma hutbesinin metin ve sunumunda açıkça şu ifadeler yer aldı:
Ayrıca hutbe, estetik ameliyatlarını, dövmeyi ve “dinimizin tasvip etmediği kıyafetlerle” sosyal medyada paylaşımı eleştirerek kadınların bedenlerini hedef tahtasına oturttu. Hutbenin metni kamuya hızla yayıldı; pek çok haber organı, sosyal medya kullanıcısı ve muhalif yayın, kıyafet/estetik/dövme vurgusunu gündeme taşıdı.
Tepkiler arasında en dikkat çekici olan ise; akademisyen feminist yazar Berrin Sönmez’in Medyascope’a yazdığı “Ey Diyanet! Fe eyne tezhebun?” başlıklı yazısıydı. Hutbeye karşı kişisel protestosunu başlatarak, başörtüsünü çıkararak bunu duyurmasıydı. Sönmez, feminist duruşunu ve siyasi tavrını sonraki röportajlarında da sürdürdü. Her geçen gün aynı görüşte olduğunu ifade eden destekçiler çoğalırken, ona ilk destek Anti Kapitalist Müslüman yazar Hadiye Yolcu’dan geldi.
Anti Kapitalist Müslümanlardan Kadın Dayanışması
Hadiye Yolcu, “Bu çağrı, ‘benim başım değil, benim hayatım beni tanımlar’diyen kadınların direnişi” başlığıyla yayınladığı yazısında, kadın platformlarında geniş yankı bulan şu tespitleri yaptı:
“Geçtiğimiz cuma Diyanet tarafından Türkiye’nin dört bir yanındaki camilerde okutulan hutbe, yine kadınlara dair ‘ahlak’ anlatısıyla şekillendi. Kıyafet, estetik müdahale, dövme gibi konular haram ilan edilerek kadınların bedenleri hedef tahtasına oturtuldu. ‘Giyinik çıplaklar’ ifadesiyle kadınlar aşağılandı. Bu söylemler, dini değil, siyasi bir hat çiziyor. Kadınların ne giyeceği, nasıl görüneceği, hangi sınırlar içinde yaşayacağı hutbelerde tarif ediliyor. Net biçimde görüldüğü üzere bu hutbe, Kur’an’dan değil, kadınlara biçilen politik rollerden besleniyor. Oysaki dinin özü, kadını giyimiyle değil, kişiliğiyle değerlendirir. İman, beden üzerinden değil vicdan üzerinden sınanır.”
Yolcu, yazısını “Kuşkuluyum”, “Direncimizi Göstermeliyiz” ve “Başörtüsü Özgürse Değerlidir” gibi başlıklarla yapılandırarak, kadınlara dayanışma çağrısı yaptı. Ve sözlerini Türkiye’nin kadınlar açısından geleceğini tarif eden şu çarpıcı soruyla bitirdi:
“Ve biz biliyoruz ki: Kadının özgürleşmediği bir toplumda ne takva kalır ne de adalet. Neyi tercih ediyoruz, karar verelim: Medeniyet mi bedeviyet mi?”
Fetva – siyaset bağlantısı
“Diyanet’in 1 Ağustos 2025 tarihli cuma hutbesi ‘Hayâ: Allah’ın Emri, Fıtratın Gereği’ başlığıyla kısa ve şeffaf giysileri, estetik ameliyatları ve dövmeyi doğrudan ‘uygunsuz’ ve ‘haram’ ilan etti; bu hutbe ülke çapında 90 bine yakın camide aynı hafta okutuldu. Bu, ‘Aile Yılı’ ilanıyla örtüşen bir stratejinin parçası: önce dini otoriteyle zemini hazırlamak, sonra siyasi ve yasal adımlarla bireysel hakları sınırlandırmak.”2
2024 örneği ile bağlama sokma çabaları
“Bu yeni hutbe 2024’te tekrar eden örtünme ve ‘hayâ’ vurgularının devamı idi; 2024’te de Diyanet’e bağlı yayınlarda ve müftülük hutbelerinde örtünme, gösterişten kaçınma ve ‘aile değerleri’ vurguları sıkça yer almıştı. Yani özünde dini hasletleri kamusal düzenlemeye dönüştürme süreci yıllardır sürüyor.”3
Kamuoyu tepkisi ve sonuç:
“Bu hutbeler, sokakta ve sosyal medyada güçlü tepkiler yarattı (ör. Berrin Sönmez’in kişisel başörtüsü-protestosu vb.). Ancak sonuçta mesele sadece bireysel karşı çıkışlar değil: Diyanet mesajları, ‘Aile Yılı’ politikalarının meşruiyetini dini zemin üzerinden destekleyerek kamusal politikalarda kadınların haklarını kısıtlayacak adıma dönüşme riskini barındırıyor.4
“Aile Yılı” ilanıyla yükselen ideolojik söylem ve dini fetvaların yanı sıra, iktidarın aile kurumunu koruma adına attığı adımların kadınların hayatını nasıl derinden etkilediği, özellikle boşanma sürecinde kendini gösteriyor. Hükümetin hızlandırmak istediği “arabuluculuk” mekanizması ve nafaka hakkını kısıtlamaya yönelik düzenlemeler, kadınların şiddetten kurtulma ve bağımsız hayat kurma haklarını tehdit ediyor. Bu yeni yasal uygulamalarla ilgili bakanın yaptığı açıklamalara ve kadınların yaşadığı gerçeklere birlikte bakalım.
Aile Yılı’nda Kadınların Boşanma Haklarına Yeni Kısıtlamalar mı Gündem de?
Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, 2025 yılı “Aile Yılı” ilanı kapsamında, Ulus ilçesi Ulukaya Köyü Ulukaya Şelalesi tesislerinde 10 Ağustos 2025 tarihinde gazetecilerle yaptığı görüşmede, “aile arabuluculuk” sistemine ilişkin önemli açıklamalarda bulundu.
Tunç, boşanma davaları ile maddi tazminat, nafaka ve mal rejiminin ayrılması gerektiğini belirttiği konuşmasında şunları dedi:
“Boşanmanın bir an önce gerçekleştirilip diğer davaların ayrıca devam ettirilmesi gerekiyor. Çünkü iki davanın bir arada sürmesi, davaların uzamasına yol açıyor. 10 yıl süren boşanma davalarında tarafların kendilerine yeni bir hayat kurma imkânı ortadan kalkıyor. Bu nedenle aile mahkemesi hâkimleri, istinaflı aile mahkemesi davalarına bakan hâkimler, istinaf dairesi başkanları ve Yargıtay 2. Hukuk Dairesi başkan ve üyeleriyle bir araya gelerek sorunu tartıştık. Vatandaşlarımızın boşanma davalarındaki sorunlarını ortadan kaldırmak istiyoruz. Bu kapsamda arabuluculuğu da gündeme aldık.”
Yılmaz Tunç’un açıklamalarının hepsini bu yazıya almayacağım. Tunç’un açıklamaları, hükümetin boşanma süreçlerini hızlandırmaya yönelik adımlarını ve arabuluculuk sistemini Türkiye’ye getirme planlarını ortaya koyuyor. Kadın hakları savunucuları bu uygulamanın kadınların boşanma hakkını zorlaştıracağını, özellikle şiddet mağduru kadınlar için ciddi riskler taşıyacağını ve boşanma hakkını zorlaştıracağını belirtmeye başladı. Ki çok haklılar.
Tunç’un açıklamaları, hükümetin kadınların boşanma süreçlerini zorlaştıran yeni düzenlemeler üzerinde çalıştığını gösterirken, bu “Aile Yılı” kapsamında gelen düzenlemelerle kadınların ekonomik bağımsızlık ve özgürlük mücadelesine yeni engeller getiriliyor aslında.
Ama biz kadınlar için bu bir dayatmadır, çünkü arabuluculuk süreci, şiddet mağdurlarını korumak bir yana, onları şiddet uygulayan erkeklerle tekrar karşı karşıya bırakıyor. Kadınların boşanma hakkını zorlaştıran, ekonomik bağımsızlık kurma yollarını kapatan bir düzenleme olarak karşımıza çıkıyor. Bu yasa, nafaka ve tazminat ödemek istemeyen erkeklerin lehine işleyecek; kadınların mağduriyetini daha da artıracaktır.
Tunç’un açıklamaları, “Aile Yılı” adı altında kadınların özgürlüklerini kısıtlayan ve haklarını tasfiye eden yeni bir politik sürecin habercisidir. İktidar, boşanmayı kolaylaştırma bahanesiyle aslında kadınların haklarını ellerinden almaya çalışmaktadır.
Aile ve boşanma üzerine yapılan resmi açıklamalar kulağa kolaylaştırıcı geliyor olabilir. Ama ben, kendi deneyimlerimle biliyorum ki, gerçek çok daha acı.
Kişisel Boşanma Deneyimim Bir Kadının Daha Mücadelesi ve Direnişi
İlk evliliğimden iki çocuğum vardı ve boşanmak isteyendim. O zamanlar, çevreme göre hiç de fena olmayan işlerim vardı, küçük birikimler yapabiliyordum ve eşim o günlerde memurdu. Her başarısızlığa düştüğünde, görev yeri değiştiğinde sorumlusu benmişim gibi saldırganlaşmıştı ve beni aşağılamaya da başlamıştı. Kendisi 12 Eylül sonrası yaşanan sürgünlerden nasibini almıştı; görev yeri defalarca değişmiş, uzak şehirlerde yaşamaya zorlanmıştı. Bu durum ikimiz içinde zordu. Biz, o sırada tek çocuğumuzla yaşam savaşı verirken, ben gazetede çalışıyor ve bir gazeteci büyüğümle birlikte bir reklam ajansı kurmuş ve iyi de kazanmaya başlamıştım. Eşim ise kendi kazancından memnun değildi. Bir gün kendi kararıyla memuriyetini bıraktı ve “Senin şirketinde birlikte çalışalım” dedi. Aile birliğini korumak adına ve gençlik heyecanıyla kabul ettim.
İkinci çocuğuma hamileliğim sürecinde eşimin beni aldattığını gördüm. Boşanmak istedim; doğumu bekledik. Oğlum dünyaya geldiğinde, yataklarımız ayrılmış, yaşadığımız evde duvarlar bile sessizliğimizden ağırlaşmıştı. O ise, tekrar başlayabileceğimizi düşünüyor, defalarca özür diliyordu; ama ben artık kararlıydım.
Boşanma süreci zorluydu, tüm bilinenlere ve delillere rağmen tam üç yıl sürdü. Erkek istemediği sürece boşanmak çok zordu. Çocuklarımı elimden almaya çalışsa da, (bakamayacağı aşikârken) ve mal paylaşımında asla adil olunmasa da şartları kabullenen ben oldum. Sonunda, birisi duruşma avukatım, diğeri şahidim olmak üzere iki avukat ve tanıklarımla hâkim karşısına çıktım. 3. dava, 2. duruşma… O duruşmaya gelmemişti. Hâkim, şahitlik yapmak üzere gelen avukat arkadaşımın da cübbesini giymesini istedi; bu yaşadığımız sürecin ciddiyetini gösteriyordu.
Kendim ve çocuklarım için nafaka hakkımdan vazgeçerek çocuklarımın velayetini alabildim, ancak Onun talep ettiği tüm mal paylaşımını kabul etmek zorunda kaldım. Demem o ki bu süreç bana birçok şey öğretti, boşanmak kadınlar için hiç kolay değil; uzun yıllar, ağır bedellerle örülü, yıpratıcı bir mücadele gerektiriyor.
Bugün, bu deneyimimi düşündüğümde, iktidarın hızlandırmaya çalıştığı “arabuluculuk” ve nafaka hakkını kısıtlayan düzenlemelerin, kadınların bağımsız bir yaşam kurma umudunu nasıl kıracağını çok derinlerden anlıyorum. Çünkü tüm yasalar, erkekler tarafından ve erkek düzenine göre belirleniyor ve sürekli değiştiriliyor da.
Aile Yılı ve “Aile Arabuluculuk” Yasası: Kadınların Hakları Tehdit Altında
Evet, bilindiği gibi 2025 yılı, Cumhurbaşkanı tarafından “Aile Yılı” olarak ilan edildi. Ancak bu yılın, kadınların haklarının daha da kısıtlandığı bir döneme dönüşmesi, hükümetin yeni düzenlemeleriyle mümkün oldu. Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, 8 Kasım 2024’te TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilen “9. Yargı Paketi”ni duyurdu ve bu pakette “aile arabuluculuğu” sisteminin de yer aldığını belirtti. 5
Bu düzenleme, boşanma davalarına başvuran çiftlerin, mahkeme öncesinde arabulucuya başvurmalarını zorunlu kılacak. Bakan Tunç, bu sistemin “aile üyelerine kriz dönemlerinde destek sunarak, uyuşmazlıkları mahkemeye taşınmadan çözmeyi” amaçladığını ifade etti.6
Peki, gerçek öyle mi?
Ancak kadın hakları savunucuları ve hukukçular, bu düzenlemenin kadınlar için ciddi riskler taşıdığını belirtiyorlar. Kadın Dayanışma Vakfı, bu uygulamanın “kadınların şiddet gördükleri bir ortamda, arabuluculuk yoluyla baskı altına alınmalarına” neden olabileceğini vurguladı.
Hukukçular da bu düzenlemenin, kadınların boşanma hakkını kullanmalarını zorlaştıracağını ve şiddet mağdurlarının korunmasını tehlikeye atacağını belirtti. Özellikle ekonomik bağımsızlıkları olmayan kadınların, arabuluculuk sürecinde eşlerinin baskısı altında kalabilecekleri endişesi çokça ve sıklıkla dile getiriliyor.
Bu bağlamda, kişisel deneyimler de önem kazanıyor. Birçok kadın, boşanma sürecinde yaşadıkları zorlukları ve karşılaştıkları engelleri paylaşıyor. Bu deneyimler, mevcut düzenlemelerin kadınlar üzerindeki olumsuz etkilerini daha da görünür kılıyor.
Şimdi hukuk alanındaki uzmanlardan gelen kritik uyarılara kulak vermek gerekiyor. Bu nedenle de en yakınımda duran, güvendiğim İstanbul Barosu Avukatlarından L. Nalan Ermiş’ten arabuluculuk yasası ile ilgili görüşlerini istedim. Bana verdiği cevapta her kelimesini önemli bulduğum için metni aynen paylaşıyorum.
Aile Arabuluculuğu: Kadın Mücadelesinin Önündeki Tehlike
“Aile arabuluculuğu, son zamanlarda çıkarılan “yargı paketi”ne dâhil edilmek istenen bir düzenleme oldu. Ancak kadınların direngen mücadelesi sayesinde bugüne dek bu girişimler sonuçsuz kaldı; ilgili düzenlemeler paketlere giremedi. Ne var ki geçtiğimiz günlerde Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, aile arabuluculuğunu bilindiği gibi yeniden tartışmaya açtı ve yakın zamanda yasal düzenlemelerin Meclis gündemine taşınacağı sinyalini verdi.
Defalarca dile getirdik: Ataerkil bir toplumda aile arabuluculuğu, mevcut eşitsizlikleri derinleştirmekten başka bir işe yaramaz. Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu açıkça belirtir: Arabuluculuk, tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edebileceği uyuşmazlıklarda uygulanır. Oysa Türkiye’de aile çatısı altında kadınların serbestçe tasarrufta bulunabileceği bir alan yoktur. “Kutsal aile” söylemi, kadına yönelik şiddetin her türünü meşrulaştıran ideolojik bir kalkan işlevi görür. Katledilen kadınların faillerine bakıldığında tablo açıktır: Fail çoğu zaman kadının eşi, eski eşi ya da boşanma talebinden haberdar olan kişidir.
Kaldı ki aynı kanunun aynı maddesi, “aile içi şiddet iddiasını içeren uyuşmazlıklar arabuluculuğa elverişli değildir” hükmünü taşır. Bu hüküm yürürlükteyken Adalet Bakanı’nın aile arabuluculuğunu yeniden gündeme getirmesi, basit bir “bilgisizlik” olarak açıklanamaz. Tam tersine, iktidarın “aile içi şiddet” kavramını daraltarak yalnızca fiziksel şiddetle sınırlı gördüğünü, diğer şiddet biçimlerini görünmez kıldığını gösterir.
Oysa şiddet yalnızca fiziksel değildir; ekonomik, psikolojik ve cinsel şiddet de aile içinde yaygındır. Peki, bu şiddet biçimlerinin mevcut olduğu vakalarda arabuluculuk uygulanacak mı? Örneğin, evlilik içi tecavüz mağduru bir kadının yaşadığı cinsel şiddet, doğrudan aile içi şiddet kapsamında değerlendirilecek mi? Yani “arabuluculuk kapsamı dışında” mı denecek?
Kadın mücadelesinin yıllar süren ısrarlı çabasıyla suç olarak tanımlanan “evlilik içi tecavüz”ün saldırı altında olduğunu biliyoruz. Polisiyle, hâkimiyle bu tanımların reddedildiğine tanık oluyoruz. Rızanın varlığı, evliliğin mevcudiyetiyle eş tutuluyor. Tablo böyleyken, evlilik içi tecavüz vakalarında “aile içi şiddet vardır, bu nedenle arabuluculuk uygulanmaz” denmeyeceğini çok iyi biliyoruz. Kısacası aile arabuluculuğu, kadınların eşitlik mücadelesinin önüne konan bir engeldir.
İktidarın “aile yılı” söylemini hatırlayalım. Adalet Bakanı, yaptığı basın açıklamasında aile arabuluculuğu ile “aile mahremiyetinin korunacağı” vurgusunu öne çıkarıyor. Bu vurgu, son derece tehlikelidir. Kadınların yalnızca kadın oldukları için her gün öldürüldüğü, şiddetin neredeyse rutin hale geldiği bir ülkede; kadınların eşitlik mücadelesi ve yaşam hakkı karşısında “aile mahremiyetinin” öncelenmesi, iktidarın önceliklerinin net ifadesidir. Aile çatısı altında yaşanan şiddeti “mahremiyet” perdesiyle görünmez kılma çabasını kabul edemeyiz. Çünkü aile içi şiddet politiktir ve kadınların yaşam hakkı başta olmak üzere temel haklarını doğrudan ihlal eder.
Bakan’ın konuşmasında “Avrupa’daki örnekler”e de atıf var. Madem Avrupa uygulamaları bu kadar takip ediliyor, o halde neden adını İstanbul’da imzaya açılmasından alan Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin İstanbul Sözleşmesi’nden tek adam kararıyla çekildik?
Ayrıca Bakan’ın en önemli gerekçelerinden biri “yargılamaların uzun sürmesi”. Oysa yargılamaların sürüncemede kalması bizzat iktidar politikalarının sonucudur: yargıya yapılan siyasi müdahaleler, liyakat yerine sadakatle doldurulan kadrolar, eğitimin piyasalaşması ve daha birçok yapısal sorun… Bu sorunları çözmek yerine, kadınların haklarını gasp edecek uygulamalar gündeme getiriliyor. Bu, “yargıda reform” diye geçiştirilemeyecek açıkça politik bir tercihtir.
İktidar, kadın düşmanı politikalar üretmekte ne kadar mahirse, bu adımı da o kadar bilinçli atıyor. Biz kadınlar, haklarımızı gasp eden hiçbir uygulamaya izin vermeyeceğiz. Dün nasıl direndiysek, bugün de aynı kararlılıkla direneceğiz.”
Yine İstanbul Barosu avukatlarından Av. Yelda Koçak, arabuluculuk sisteminin özellikle boşanma davalarında kadınların haklarını korumak yerine daha da zayıflatacağını belirtiyor.
Yelda Koçak’ın “Aile Arabuluculuğu”na İlişkin Açıklamaları (Halk TV, 12.08.2025)
Yelda Koçak, Adalet Bakanı’nın aile arabuluculuğu önerisine ilişkin katıldığı canlı yayında ana başlıklarla şu sözleri dile getirdi:
Koçak, bu sistemin uygulanmasının kadınların mağduriyetlerini derinleştireceğini, boşanma sürecini daha da zorlaştıracağını vurgulayarak, kamuoyunu ve yetkilileri uyardı.
Benzer şekilde, Eşitlik İçin Platform gönüllüsü ve avukat Hülya Gülbahar, bu yasanın “kadınların boşanma hakkını engellemekle kalmayıp, şiddet mağdurlarını ev içinde tutan yapıyı pekiştirdiğini” söylüyor.
Eşik Gönüllüsü Avukat Hülya Gülbahar, Odatv’ye verdiği röportajda, aile arabuluculuğu sistemine yönelik ciddi uyarılarda bulundu. Gülbahar da bu uygulamanın özellikle kadınların korunması açısından yetersiz ve tehlikeli olduğunu önemle vurguladı.
Gülbahar, bu nedenle aile arabuluculuğunun, kadınların haklarını koruyan değil, aksine onların mağduriyetlerini artıran bir uygulama olduğunu söylüyor ve toplumsal cinsiyet eşitliği temelli politikaların önceliklendirilmesi gerektiğini de belirtiyor.
Arabuluculuk denen bu yasa ile görünen o ki nafaka ve tazminat hakları da tehlikede
Kadınların ekonomik bağımsızlığını tehdit eden bu yasa tasarısıyla, boşanma sonrası nafaka ve tazminat ödemelerinin sınırlandırılması planlanıyor. Türkiye’de kadınların yüzde 82’si ekonomik bağımsızlıktan yoksunken, nafaka ve tazminat hakkı onların hayatta kalabilmelerinin temel güvencesi konumundadır. Bu hakların kısıtlanması, şiddet döngüsünden çıkmayı zorlaştırırken kadınların hayatlarını da riske atacaktır.
Kadın Örgütlerinden Yoğun Tepki
Kadın örgütleri, bu tasarıya karşı güçlü bir muhalefet sergiliyor. Eşitlik İçin Kadın Platformu, tasarının kadınların lehine olan mevcut yasaları geriletmeye çalıştığını belirterek, “Kadınların boşanma süreçlerinde arabuluculuk dayatması, şiddet gören kadınların haklarının yok sayılmasıdır” diye açıkladı. Platformun çağrısıyla Türkiye’nin dört bir yanında kadınlar sokaklarda ve sosyal medyada tepkilerini yükseltiyor.
Berrin Sönmez’in Açıklamaları
Feminist yazar ve aktivist Berrin Sönmez ise, boşanma haklarına yönelik kısıtlamaların kadınların bağımsızlığını hedef alan sistematik bir saldırı olduğunu ifade ediyor. “Nafaka ve tazminat, kadınların şiddetten kurtulabilmesi için en temel haktır. Bu haklar ellerinden alınırsa, kadınlar şiddete mahkûm bırakılır” diyerek, yasanın geri çekilmesi çağrısı yaptı. Sönmez, mevcut ekonomik kriz koşullarında bu tür yasaların kadınların yoksullaşmasını derinleştireceğine dikkat çekiyor.
Kadın hakları savunucuları ayrıca, “Aile Yılı” gibi söylemlerle bir yandan kadınların görünürlüğü artırılıyormuş gibi yapılırken, diğer yandan kadınların temel haklarına doğrudan müdahale eden yasaların devreye sokulmasına dikkat çekiyor.
“Aile Yılı” İlanı ve Kadınların Direnişi
2025 “Aile Yılı”, kutlama ve kutsama gibi gösterilen yıl, kadınların hayatlarının, haklarının ve bedenlerinin nasıl sistematik biçimde kuşatıldığı ve tasfiye edildiğinin ilanıydı. Kadın cinayetleri katlanarak artarken, nafaka hakkı kısıtlanmaya çalışılırken, boşanma süreçleri kadınların lehine değil, erkeklerin iktidarını pekiştirecek şekilde hızlandırılırken, LGBTİ+’lar suçlu ilan edilirken; bu “aile” lafı bir maske olmaktan öteye gitmedi. Bu iktidar, aileyi kutsayarak kadınları evin içinde hapsederken, ekonomik bağımsızlıklarını yok sayıyor, şiddeti aile içi sır olarak saklamaya devam ediyor. Bizi, mücadelemizi yok saymak istiyor. Ama kadınlar susmuyor, direniyor.
Sosyalist feminist kadınlar olarak biz biliyoruz ki, gerçek özgürlük ancak eşitlikten geçer. Aileyi, kadını baskılayan değil, özgürleştiren bir kurum haline getirmeden ne kadın ne çocuk ne de LGBTİ+ özgür olabilir.
Bizim özgürlüğümüz, kadınların, LGBTİ+’ların, emekçilerin özgürlüğüne bağlıdır. Bu yüzden direnmek, sesimizi yükseltmek bir zorunluluktur.
Kadın mücadelesi, yaşamlarımızı savunma mücadelesidir. Ve bu mücadele, asla geri adım atmayacak olanların mücadelesidir.
Eşitliğin olmadığı ve şiddetin yoğun yaşandığı hiçbir yerde arabuluculuk olmaz. Türkiye, cinsiyet eşitsizliğinde 149 ülke arasında 129. sırada. Daha ne kadar geriye gidebiliriz? Biz kadınlar, bu geriye gidişi durdurmakta inatçıyız. Tut ki unuttuk, tekrar bakacağız; yine, yeniden direneceğiz.
Tüm bu içimizi daraltan gündemlerden ari bana iyi gelen size de iyi gelsin… Şair Birhan Keskin’in Fakir Kene’sinden sevdiğim bir şiirini bırakıyorum.
KARGO
Sana buraya bazı şeyler koyuyorum. Yol boyunca aklında olsun. Lazım olursa açar okursun, Olmazsa da olsun, bir zararı yok burada dursun.
Şuraya bir cümle koydum. Bırak, acımızı birileri duysun. Hem zaten şiir niye var? Dünyanın acısını başkaları da duysun!
Acı mıhlanıp bir kalpte durmasın. Ortada dursun. Olur ya biri eline alır okşar, biri alnından öper. Az unutursun.
Buraya tabiatı koydum. Ağaçları, suyu, ovayı, dağı. Onlar bizim kardeşimiz, çok canın sıkılırsa arada onlarla konuşursun.
Buraya, küçük mutlu güneşler koydum. Günlerimiz karanlık ve çok soğuyor bazı akşamlar, ısınırsın.
Buraya, bir inanç bir inat koydum. Tut ki unuttun, tekrar bak, o inat neyse, sen osun.
Buraya yolun yokuşunu koydum. Bildiğim için yokuşu. Zorlanırsa nefesin, unutma, ciğer kendini en çabuk onaran organ, valla bak, aklında bulunsun.
Buraya umutlu günler koydum. Şimdilik uzak gibi görünüyor, ama kimbilir, birazdan uzanıp dokunursun.
Buraya bir ayna koydum arada önüne geç bak; sen şahane bir okursun. Mesai saatlerinde çaktırmadan şiir okursun. N’olcak ki, bırak patronlar seni kovsun!
Burada bir tutam sabır var. Kendiminkinden kopardım bir parça, (bende çok boldur) lazım oldukça ya sabır ya sabır, dokunursun.
Burada güzel çaylar var. Bu aralar senin için çok önemli. Bitki çayları, kış çayları, şuruplar, kompostolar. Demlersin, maksat midene dostluk olsun.
Şuraya Youtube’dan müzikler, Bach dinle filan, koydum. Ama müzik konusunda sen benden daha iyisin, koklayıp buluyorsun.
Buraya bir silkintiotu koydum. Kırk dert bir arada canına yandığım, kırkına birden deva olsun.
Dipnotlar:
Editör: Müjgan Tekin
Düzelti: Müjgan Tekin
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Seda Bedestenci Yagâne, Sinem Yıldız
Seslendirme: Filiz Kılıç
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖