GündemSöyleşi Gül Büyükbeşe 10 Ekim 2025
Tam on yıl önce bugün, güneşli, coşkulu, heyecanlı ve kalabalık bir Ekim sabahında, Ankara Gar Meydanı’nda ardı ardına iki bomba patladı…10.04’te…Güneşli, coşkulu, heyecanlı gün ve hayat…. saat tam 10.04’te durdu. Öldük.
O gün alanda olanların hayatı bir daha asla eskisi gibi olmadı. Hayatın tadı kalmadı ama dayanışma dik durabilmenin yegâne yolu oldu. Aileler, yaralılar ve o gün orada olup cehennemi görenler kısa sürede yan yana geldiler ve barış talebinin yanına adalet talebini de iliştirerek bir büyük mücadeleye atıldılar.
Katliamı ve o günden bugüne kalan acı ile öfkeyi, dayanışmayı, 10 Ekim Barış Derneği’ni ve dava sürecini, eşini alanda yitiren ve katliamın hemen ertesinde kurulan 10 Ekim Derneği’nin on yıldır başkanlığını yürüten Avukat Mehtap Sakinci ile konuştuk.
Mehtap, o günü hatırlamak ve anlatmak zor olsa da, konuşmaya hayatımızın en kederli gününden, 10 Ekim 2015 Cumartesi’den başlayalım.
Olay günü eşim Uygar arkadaşlarıyla buluşacağı için erkenden evden çıkmıştık. Uygar beni Sıhhiye’deki ofisimize bıraktı ve çalıştığı Birleşik Taşımacılık Sendikası’nın il dışından gelen üyeleriyle buluşmak üzere Gar’ın önüne gitti. Aramız herhalde bir-bir buçuk kilometre kadardı. Olay biz ayrıldıktan en fazla 45 dakika sonra gerçekleşmiş olmalı. Ben dilekçelere dalmış çalışırken, kardeşim aradı. Mitingde bomba patladığını ve Uygar’ın telefonlarına cevap vermediğini söyledi. Bütün hayatımı alt üst eden, tümüyle değiştiren o kısacık telefon konuşması oldu. Olan biteni böyle öğrendim, on saniyelik kısa bir konuşma ile… Elbette hemen alana koştum ve beni görmeye hiç hazır olamadığım, kimsenin hazır olamayacağı o dehşet verici tablo karşıladı.
En çarpıcı şey havada asılı duran duman benzeri bir görüntü ve yanık et kokusu idi. Yaşamını yitirmiş insanlar yerdeydi… Her yerde parçalanmış bedenler ve ne olduğunu anlamanın olanaksız olduğu et parçaları vardı. Kimsenin görmemesi, tanık olmaması gereken bir sahne. İnsan ne olduğunu hemen kavrayamıyor öyle bir durumda… Ben de anlayamadım baştan… Gördüklerime bir anlam vermeye çalıştım. Uygar’ı yerde, o durumda hayal edemedim. Zaten sağ kalabilenler ölenlerin üzerini pankartlarla kapatmıştı. Yakınınızı o halde düşünemiyorsunuz. Uygar kesinlikle yaralılara yardım etmek için hastanede olmalı diye düşündüm. Belli ki yaralılar vardı, belki Uygar da yaralıydı. Can havliyle Numune Hastanesi’ne koştum ve daha girişteki hengameyi görünce alanda başlayan dehşetin orada devam ettiğini anladım.
İnsanlar pankartlara koydukları arkadaşlarını, yoldaşlarını hızla hastaneye taşımışlardı. Alana ambulanslar çok sonra gelmiş, taksiciler yardım etmiş yaralıların taşınmasına. Hastane bahçesine sedyelerin biri gidip biri geliyordu. Üstünde yatanın kim olduğunu anlamanın olanağı yoktu, gelen sedye hızla hastanenin içine sokuluyordu. Gayri ihtiyari yaralıların ve ölenlerin kim olduğunu bilip bilmediklerini sordum insanlara, duvara asılmış listeleri gösterdi birileri. Hayatımda ilk defa duvara asılı bir listeye bakmaya cesaret edemedim. Yanımdakilerden rica ettim, Uygar’ın ismi o listelerde var mı, baksın diye… Numune Hastanesi’nin duvarındaki listede yoktu Uygar’ın ismi… Sonra hastane hastane dolaşmaya başladık.Gün boyu Ankara’daki hastanelerin hemen hepsine gidip eşimi aradım. Akşam olmuştu ve Uygar hiçbir yerde yoktu.
Oğlumu sabah ablama bırakmıştık, daha emziriyordum Sarp’ı… Birden çocuğumu hatırladım ve mecburen ablama gittim. Evde televizyon açıktı ve ekranda olayın görüntüleri vardı. Alttaki bantta sürekli ölü sayıları güncelleniyor, kurulan kriz masasından ve 118’in aranması gerektiğinden bahsediliyordu. Uygar’ı hastanelerde bulamamıştım, umudum azalmıştı, alandan uzaktaydım, oğlumu bırakamıyordum. Bir şey yapmadan durmak mümkün olmadığı için kriz masasını aradım. Meseleyi anlattım ve şu cevabı aldım; “gelip DNA verin, 8 poşet insan var!”
Bu cevabı alınca, birdenbire, bütün çıplaklığı ile olayın öznelerinden biri olduğumu kavradım. Kan dondurucu bir an. O an Uygar’ı tek parça bulmaktan başka bir isteğim kalmadı. Uzatmayayım, sonrasında gidip Uygar’ı bulmamız, cenazemizi almamız, ölümü kesinleştirmemiz gece yarısını buldu.
Çok sonra anladık, Uygar alanda hemen ölen 69 kişiden biriydi. Doğrudan Adli Tıp’a taşınmıştı. O sabah alana gittiğimizde Uygar’ı görmemiş olmamız iyi mi olmuştu, yoksa kötü mü hâlâ düşünürüm. Ama düşünmek kedere çözüm olmuyor. Olay yerini görmüş insanlar olarak bizler yaşananın muazzam bir katliam olduğunu hemen anladık elbette, ama tek tek gördüklerimiz aklımızda kalmadı. Anılar da kalmadı. Bizi terk etmeyen tek şey duygu, büyük bir keder ve büyük bir öfke.
O gün alanda olanlar o kadar kederli ve şaşkındı ki, yaralıları hastaneye taşımak, alanda ve hastane bahçelerinde sevdiklerimizin izini sürmekten başka pek bir şey yapamadık. Barış için bu eylemi örgütleyen kitle örgütleri hemen ertesi gün için büyük bir protesto planladı.Yani 10 Ekim’de ulaşamadığımız Sıhhiye alanını 11 Ekim’de doldurduk. Ankara’daki cenaze töreni de kitlesel bir eyleme dönüşmüştü.
O iki gün içinde cenazesini bulabilenler sevdiklerini kendi memleketlerine götürdüler. Kaybettiklerimiz arasında Ankaralı olanların cenazeleri ise pazartesi günü yani 12 Ekim’de defnedildi. Biz de Uygar’ı o gün defnettik. O günler benim için sislere gömülmüş durumda. Ama cenaze töreninin Türkiye’deki Emek Barış Demokrasi Birleşenlerinin katıldığı ve neredeyse bir miting havasına dönüşmüş bir cenaze töreni olduğunu gayet net hatırlıyorum.
Acı büyüktü ama çok kısa bir sürede senin de içinde yer aldığın bir grupla dernek kurma işine girildi. On yıldır bir 10 Ekim mücadelesi verilebiliyorsa, aileler ve yaralılar bir araya gelip tek bir hedefe, adalet hedefine odaklandılarsa, bu en çok Dernek sayesindedir. Bir de elbette avukatlarımız, 10 Ekim Avukat Komisyonu sayesinde. İlk günden bu yana sürecin içinde biri olarak bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Sen bu iki yapının da içindesin. Hem dava avukatları arasındasın hem de derneğin kurucu başkanısın ve 10 yıldır da fiili olarak bu işi götüren birkaç isimden birisin. Dernekleşme sürecini dinlesek senden? Neden, hem de o kadar erken bir aşamada buna gereksinim duydunuz? Oradan da dava sürecine geçmek isterim. Çünkü hafızam beni yanıltmıyorsa, eş zamanlı süreçlerdi bunlar.
Dava başladığında dernek kurulmuştu, haklısın. Öncelikle derneğin kurulması sürecini anlatayım. Aslına bakarsan, katliamı izleyen ilk üç ayda aileler hiçbir şey yapamayacak kadar kötü durumdaydı. Ama olayın ilk etkileri üzerimizden biraz kalktıktan sonra şunu gördük, çoğumuz örgütlü insanlardık. Yani katliamda yaşamını yitiren insanlar, yaralanan insanlar, hiçbir maddi zarar görmese bile o gün orada bulunanlar; yani hemen herkes bir ya da birden fazla örgütün mensubu. Dolayısıyla bu sürecin de teknik olarak tüm örgütlerin katılımıyla örülmesi ve devam etmesi gerekiyordu.
10 Ekim çok bileşenli bir yapı. Ama örneğin Suruç katliamı aileleri ve yaralıları bu durumda değil, süreci de inisiyatif olarak sürdürüyorlar.
Evet, biz de inisiyatif olarak örgütlenebilirdik ama dernek daha kalıcı ve sürdürülebilirliği açısından da daha güven veren bir tüzel kişilik. 10 Ekim Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük sivil katliamı ve bu boyutu bir tüzel kişilik halinde örgütlenmeyi zorunlu kılıyor. Adalet mücadelesinin yürütücülüğünü bir tüzel kişiliğin üstlenmesi hakkı gereğidir diye düşünüyorum. İkinci nokta da şu, dernek her şeyden önce ailelere de güven verecek bir liman olacaktı. Öyle de oldu.
İlk üç ay kriz masaları vardı ve bu sivil oluşum üstüne düşeni mükemmel olarak yaptı. Rahatlıkla söyleyebilirim, bu süreçte hiçbir yaralı yalnız kalmadı. Derneğin ise en önemli görevi tabii ki adalet mücadelesi ama o ilk zamanlarda ortada ne iddianame vardı ne de dava. Gerçi biz bu kadar büyük kapsamlı bir davanın iddianamesi en az iki yılda önümüze koyulur diye düşünürken, daha yıldönümü gelmeden iddianameyi gördük, on üçüncü ayda da duruşmalara gitmeye başladık.
Kasım 2016.
Evet, 7 Kasım 2016 bizim ilk duruşma günümüzdür. O tarihte, yani katliamın 13. ayında kriz masası hala tedavisi devam eden yaralılarla ilgileniyordu. Biz ise Dernek olarak ailelerin büyük kısmına henüz ulaşamamıştık. Bazılarını tanıyorduk ama acılı ailelerin çoğunluğu cenazesini alıp Ankara’dan ayrılmıştı, Ankara’ya geri gelmeyi asla istemiyordu. Belki de hiç kimse kendileriyle ilgilenmemiş, acılarına sahip çıkmamış diye düşünüyorlardı. Üstelik hastanede tedavi görenler arasında hâlâ ölenler oluyordu.
Tabii… Bugün 104 kişiyi kaybettik diyoruz ama zaman içinde hastanede kaybettiklerimiz de bu sayıya dahil.
Evet, son rakamımız 104’tür. Tedavilerin ve ölümlerin devam ettiği o günlerde bu mücadeleyi politik anlamda ileriye götürecek, aileleri ve bu sürecin bileşenlerini mücadelenin içine taşıyıp güç odağı olacak bir mekanizmaya ihtiyaç vardı. Derneğin kurulma ve hâlâ süren var olma süreci, bu amaçlara hizmet ediyordu, ediyor.
Derneğin kurucularından olmak, derneği belli bir noktaya getirmek için ben dahil hepimiz elimizden ne geliyorsa yapmaya çalıştık, hâlâ çalışıyoruz. Meseleye böyle bakınca, böyle bir hedef belirleyince, zaten ne yapsak az!
Sen o gün derneğin kurucu başkanı idin, bugün de eş başkanlarından birisin. Neler başardı Dernek bugüne dek?
Öncelikle yaşamını yitiren 104 insanın ve bedeni yaralanmış olanların sesi olmayı başardık. Bu çok önemliydi. Bir diğer önemli husus da Derneğin verdiğimiz adalet mücadelesinde bir güç odağı haline gelmiş olmasıdır. Bir kişinin adalet talebini haykırması ile birçok insanın sesi olan bir yapının adalet demesi arasında fark var. Elbette Derneğin arkasında emek, barış ve demokrasi bileşenlerinin örgütlü gücü var. Milyonlarca insanın desteği anlamına gelir bu. Bu sayede adalet mücadelemize büyük bir güçle asılmayı başardık. Bugün Ankara Valiliği, Ankara Emniyeti, Ankara’daki yargı erki üzerinde Derneğimizin bir karşılığı var. İlişkilerimiz çoktan kurumsal bir temele oturdu. Yanısıra kolluğun üzerimizdeki baskısı da hayli azaldı. Sokakta açıklama yapmak pek çok kurum için bir sorunken, biz ay ve yıl anmalarımızı müdahale olmadan rahatlıkla yapabiliyoruz, polis müdahalesi üstümüzden kalktı. Bunu zaman içinde ve elbette mücadele ederek kazandık.
Hemen bir kıyaslama yapmak istiyorum. Birkaç yıl önce Suruç katliamı davasının birkaç duruşmasına katılmıştık. Duruşmalar Hilvan’da bir cezaevi yerleşkesinin içinde inşa edilmiş prefabrik bir salonda görülüyor. Aileler salona bin bir aramayla girebiliyor ve duruşma bittiğinde kolluk basın açıklaması yapmalarına asla izin vermiyor. Bizim her duruşma sonunda yaptığımız basın açıklamaları Suruç aileleri için mümkün olamıyor.
Son dönemlerde Valiliklerin karar alma yetkileri çok genişletildi. Buna rağmen ciddi bir engellemeyle karşılaşmadığımızı söylemeliyim. Bu Derneğimizin başından beri hedeflediği bir şeydi. Yasal haklarımızın verilmesi için çok çaba gösterdik. Bir avukat olarak başka türlüsünü düşünemiyorum ama mutlaka vurgulamam gerekli; bunun için ciddi bir mücadele verdik. Eşit birer yurttaş olarak öncelikle yaşam hakkımızın korunması gerekiyordu, olamadı. Ama artık bizi ne itip kakabiliyorlar ne de haklı taleplerimizi reddedecek bir zemin bulabiliyorlar. Çünkü bütün aileler tek yürek olarak Derneğin arkasında. Şu ana dek hiçbir 10 Ekim ailesi ile herhangi bir sorun yaşamadık, aramızda hiçbir iletişimsizlik olmadı. Sadece anmalarda değil duruşma salonlarında yan yana, omuz omuza durduk. Dernek yönetimi olarak biz öndeyken, en arkadaki aileyle aramızda her zaman bir koordinasyon vardır. Örneğin bir duruşmada mahkeme heyeti “adalet istiyoruz” diye bağıran bir üyemizi salondan çıkartmaya çalıştığında, bütün ailelerimiz ve biz kol kola girip salonda kalmaya devam ettik. Hiçbir aile bu kararı sorgulamadı bile… Bu anlamıyla aramızda bir güven ilişkisi var. Dernek ailelere umut ve güven verdi. Bu büyük bir kazanım.
Oysa ekonomik açıdan iyi durumda bile değiliz. Üyelerimizin aidatlarıyla ayakta kalmaya devam ediyoruz. Arkamızda hiçbir kurumun maddi desteği yok. Düşünün ki kendimize ait bir mekâna ancak onuncu yılda kavuşabildik.
Son olarak şunu vurgulayayım; eğer onuncu yılda Deneğin bir kazanımı varsa; bu elbette acısı hiç dinmeyen aileler ve yaralılarımız sayesinde. Ben onlardan biriyim sadece, eşini Gar Meydanı’nda bırakmış bir anneyim.
Dava sürecini konuşalım biraz da… Mahkeme katliamdan on üç ay sonra başladı ama dava dosyasında çok uzun süre gizlilik kararı vardı. Sizler Dernekle uğraşıyordunuz o dönem ama Avukat Komisyonu’nun da dosyaya erişmesi mümkün değildi. Dava sürecinde de avukat dostlarımız, deyim yerindeyse iğneyle kuyu kazar gibi soruşturmanın genişlemesini sağladılar ve katliamın arkasındaki örüntüyü ortaya çıkardılar. Bu katliamın aslında nasıl adım adım gelmiş, oluşmuş olduğunu bu sayede öğrendik.
Dava 2018 Ağustos’unda sonuçlandı. Toplam 19 sanık için hüküm oluştu. İçlerinden 9 sanık hakkında 101 kez ağırlaştırmış müebbet cezası verildi. Diğer sanıklar ise örgüt üyeliğinden 7.5 yıl ile 12 yıl arasında değişen cezalar aldılar. 9 sanığın 101 kez ağırlaştırılmış müebbet cezası almasına rekor ceza dendi. Hüküm avukatların başından beri mücadelesini verdiği madde üzerinden oluşmadı; “İnsanlığa Karşı Suç”, TCK Madde No: 77. Ayrıca olayda sorumluluğu olduğu düşünülen kamu görevlilerinin hiçbiri mahkeme önüne çıkmadı. Ana dosyadan ayrılan dosya firarilerinin davası ise hala devam ediyor.
O arada kayıp olduğu iddia edilen 9 dava klasörünün birdenbire adliye koridorlarında bulunuvermesi gibi birçok tuhaf durumla da karşılaştık. Aslında adaletin bir türlü yerine gelmemesi, alanda yaşadığımız kaba şiddetin bir başka türüydü.
Ben davanın serencamını kısaca özetlemiş olayım ve bir de senden anlatmanı isteyeyim.
Sen kısaca özetledin, ben de şunu söyleyerek başlayayım; dava 2016 yılının Kasım ayında başladı ama aynı yılın Şubat ayında, yani davanın başlamasından yaklaşık dokuz ay önce bir rapor basına sızdı; Mülkiye Müfettişleri Raporu. Biz de o sayede bu rapora bakma şansı bulduk ve gördük ki, biraz önce senin de söylediğin gibi, katliam göz göre göre gerçekleşmiş. Ankara Valiliği görevini yapmamış, Ankara Emniyeti istihbari bilgileri yok saymış. Mesela Ankara Emniyeti’ne 14 Eylül tarihinde bir istihbarat notu gelmiş. Miting gibi kalabalık alanlarda en az iki canlı bombanın kendisini patlatabileceğini söyleyen bir not bu. Yani neredeyse sadece katliam tarihini vermiyor ve canlı bombaların isimlerini söylemiyor.
14 Eylül’den sonraki eylem takvimine bakılsa, sadece bu mitingin planlandığı kolayca görülecek. Zaten tertip komitesi Barış Mitinginin yapılabilmesi için günlerce, haftalarca uğraştı. Türkiye’deki muhaliflerin neredeyse hepsinin katılacağı çok kapsamlı bir miting bu; doktorların, mühendislerin, mimarların, memurların, işçilerin sahada olacağı bir miting ve çok yakın bir tarihte düzenlenecek. Gelen istihbarat notunu bu mitingle ilişkilendirmemek ya da bu notu tertip komitesiyle paylaşmamak, en azından, başka her şüpheyi bir kenara bıraksak bile, görev sorumluluğunu ihmal etmek anlamını taşıyor.
Ankara Emniyeti’nden katliamda sorumluluğu olduğu düşünülenlerin ifadeleri alınmış. Mülkiye Müfettişleri Raporu’nda o ifadeler de var yanlış anımsamıyorsam.
Doğru. Zaten bu raporu okuyunca, kuşkulandığımız durumla yüz yüze kaldık biz de, gerçekten büyük bir şoktu. Onu mutlaka söylemeliyim. Düşünsenize devletin kendi müfettişleri size böylesi bir büyük ihmali gösteriyor. İkinci büyük şokumuz ise bu önemli raporun iddianameye dahil edilmemesi oldu. Kamusal sorumluluğu çok bariz biçimde ortaya koyan raporun iddianameye dahil edilmemesi aslında başımıza neler gelebileceği konusunda da bir fikir veriyordu. Hal bu olunca, daha ilk günden elimizdeki iddianameyi reddettik, bu iddianame ile maddi gerçeğe ulaşmanın olanaksız olduğunu ve dolayısıyla mahkemenin iddianameyi iade etmesi gerektiğini söyledik. Aslında verildikten on beş gün sonra Ankara Dördüncü Ankara Mahkemesi’nin iddianameyi iade etme hakkı vardı ama tabii ki bunu yapmadı.
Süreç içinde iddianameyi hazırlayan savcı Ramazan Dinç’in çok önemli dokuz başka klasörü de dosyaya katmadığını öğrenecektik. Bununla ilgili istinaf müracaatlarımız, temyiz müracaatlarımız oldu, hiçbirinden olumlu sonuç alamadık. Öfkemiz birikti, o öfke ile yürümeye devam ettik.
2018 Ağustos’una geldiğimizde tutuklu sanıklarla ilgili hüküm verildi, 9 sanık 101 kez ağırlaştırılmış müebbet cezası aldı. Çok büyük bir karar verilmiş gibi görülse de önümüze koyulan sanıklar piyondu, bunu anlamamak mümkün değildi. Peki bunun üst aklı kim? Bu katliamı kim örgütledi? Dava boyunca bu soruların yanıtlarını almak mümkün olmadı. Çok basitçe anlatmam gerekirse, mahkeme elindeki tutuklu sanıklarla işi bittikten sonra, onlara cezayı verdi. O süreç şimdi Yargıtay aşamasında… Dosya şu anda firari sanıklar üzerinden devam ediyor…
Dava baştan itibaren sadece tutuklu sanıklarla yürütüldü, mahkeme elindeki tutuklu sanıklara ceza verdi. Katliamda dahli olan birçok ismin dosyaya dahil edilmediğini bugün artık net olarak söyleyebiliyoruz; aramadığı, bulmadığı, çok sayıda kişi var. Gaziantep’te hücre evi olarak tanımlanan bir rezidans dairesine giren ve iddianamede ismi x,y, z olarak belirtilen onlarca isim olmasına karşın, ne hikmetse onlar aranmadı da, önümüze sadece otuz altı kişinin ismi koyuldu. Bunların içinden on dokuz tanesi bulundu, sanık sandalyesine oturtuldu, haklarında hüküm verildi.
Geriye kalan on sekiz sanık ise firari, nerede oldukları bilinmiyor. Firari sanıklar için 2018’den bu yana devam eden yargılama sürecinde ise önümüze konulmuş somut hiçbir şey yok maalesef. Artık anlıyoruz ki mahkeme bu konuyu derinleştirmek istemiyor. Firariler açısından sürdürülen davaya yönelik bütün taleplerimiz ısrarla reddediliyor. Katliamın onuncu yılında firarilerin oturmadığı o boş sanık sandalyelerinden biri bile dolsa, kendimizi iyi hissedeceğiz. En azından bir nebze olsun umutlanabiliriz. Çünkü firarilerden biri bile yakalansa, maddi gerçeğe bir adım daha yaklaşmış olacağız.
Süreci yakından izlemiş biri olarak ben de şöyle bir katkı yapayım; ilk yargılamaların üzerine oturduğu iddianame, aslında iki IŞİD militanının ifadelerinden ve dijital belgelerinden oluşmuş durumda. Bu iki militandan ilki Yakup Şahin; canlı bombaları Gaziantep’ten Ankara’ya getiren arabaya eskortluk eden kişi. İkincisi ise Gaziantep IŞİD yapılanmasının başında olduğu söylenen Yunus Durmaz. O da katliamdan bir süre sonra öldü zaten, kendisini mi patlattı yoksa infaz mı edildi, hâlâ belli değil.
Evet, iddianame Yakup Şahin’in polis ifadesinden adeta kopyalayıp yapıştırarak yazılmış. Yakup Şahin 16 Ekim günü, yani katliamın altıncı gününde gözaltına alınıyor, tutanaklar böyle söylüyor. Oysa yıllar sonra öğreniyoruz ki, Yakup Şahin katliamdan üç gün önce teknik takibe alınmış.Teknik takip kararı veren Ankara 4.Ağır Ceza Mahkemesi… Bizim davamızı gören mahkeme.
İddianameye temel oluşturan dijital notların sahibi Yunus Durmaz da yıllar boyunca teknik takipteymiş zaten. Ayrıca canlı bombaları Gaziantep’ten Ankara’ya taşıyan Halil İbrahim Durgun da…Bu iki isim Gaziantep yapılanmasının önde gelen isimleri. Tam 85 kez yinelenmiş teknik takip kararları. Ve ne hikmetse tek bir operasyon bile düzenlenmemiş. 9 Ekim’i 10 Ekim’e bağlayan gece, Halil İbrahim Durgun ve Yakup Şahin Gaziantep’ten Ankara’ya tek bir polis kontrolüne takılmadan gelmişler. Tereyağından kıl çeker gibi.
Şunu ekleyeyim; eğer mahkeme Yakup Şahin hakkındaki teknik takip kararını 7 Ekim’de almışsa, demek ki Emniyetin bu yönde bir talebi olmuş. Belli ki Emniyet özellikle 2015 Haziran ve Kasım seçimleri arasında, IŞİD ile ilgili bütün verileri istihbarî bilgi olarak işlemiş. Ancak maalesef katliamı önlemek için bu bilgiler kullanılmadığı gibi, süreçte sorumluluğu bulunan tek bir kamu görevlisi de mahkemeye çıkartılmadı.
Eğer katliam davasını bu denli örgütlü biçimde takip etmeseydik, Yakup Şahin’in katliamın üç gün öncesinde, davamızı gören mahkeme tarafından teknik takibe alındığını bilmiyor olacaktık. Ama şu önemli soru hala zihnimizi kurcalıyor; takip ettiğin birini katliamdan on gün sonra mı yakalarsın? Teknik takip altındaki bu adam, senin de söylediğin gibi, canlı bombayı taşıyan arabaya eskortluk yapıyor. Takibe alınmasından 72 saat sonra da katliam oluyor zaten. Hemen akla dönemin başbakanının söyledikleri gelmez mi; “elimizde canlı bombacıların isimleri var ama eylem yapmadan onları yakalayamayız.”
IŞİD militanlarına “öfkeli gençler” de demişti.
Evet. Ve işte hakikat bu satır aralarında gizli. Birçok veri geçti elimize, çok büyük bir üzüntü ile şunu söyleyebilirim; bu katliam hiç olmayabilirdi, büyük kayıplarımız önlenebilirdi.
10 Ekim aileleri, yaralılar ve avukat komisyonu başından beri hükmün “insanlığa karşı suç” üzerinden oluşmasını talep etti. İnsanlığa karşı suç, Türk hukuk içtihadına da girmiş bir suç, TCK’nın 77. maddesi. Fakat maalesef hüküm öyle oluşmadı ve sanıklar “anayasal düzeni yıkmaya teşebbüs” maddesinden hüküm giydiler. Yani 10 Ekim katliamı sanıkları, tıpkı Suruç ve Diyarbakır katliamları sanıkları gibi, bu suçu devlete karşı işlemiş sayıldılar. Öyle değil mi?
Evet, ana hüküm bu madde üzerinden oluşmadı ne yazık ki. Ama önemli başka bir noktanın da altını çizeyim. Savcı, hükümlü Erman Ekici hakkında insanlığa karşı suç üzerinden iddianame düzenledi, mahkeme bu iddianameyi kabul etti ama daha sonra Erman Ekici bu suçtan beraat etti. Öncelikle bir sanık hakkında bu suçtan iddianame düzenlenmesi ve bu iddianame kapsamında bir yargılama yapılmış olması, Türk ceza yargı pratiği açısından bir ilk. Türkiye kamuoyu ilk kez TCK 77’nin aktif hale getirildiği bir örnek görmüş oldu. Bu önemli. Ama elbette asıl olması gereken ana dosyanın bu madde üzerinden işlem görmesi ve hükmün de öyle oluşmasıydı. Ana dosya öyle bir karara bağlanmalıydı. Bizler için kararın böyle oluşması çok önemli idi.
İnsanlığa karşı suç’u nasıl tanımlayabiliriz? Nasıl girmiş ceza yasasına?
Kasten öldürme, kasten yaralama, köleleştirme vs gibi fiillerin, siyasal, felsefi, ırki veya dini saiklerle toplumun bir kesimine karşı bir plan doğrultusunda sistemli olarak işlenmesi…TCK Madde 77. Biz, işlenen suçun bu tanıma harfiyen uyduğunu göstermek, kanıtlamak için çok uğraştık. Her şeyden önce bu katliamın aşikâr bir siyasi bir tarafı var. Selefi inanç kendisinden olmayan herkesin katlini vacip kabul ediyor zaten. Ayrıca hiç şüphesiz ki dini bir boyutu var. Ek olarak katliamın kendiliğinden gelişmiş bir olay olmadığı da ortada. 10 Ekim katliamından önce Diyarbakır ve Suruç katliamları var. Planı buradan izleyebiliyoruz. Ayrıca o dönemin IŞİD emiri Ebu Bekir El Bağdadi, 10 Ekim’i kabul ediyor. Mektubu basına yansıdı. Kısaca sormak gerekir; bunun bir plan doğrultusunda ve sistemli olduğunu söylemek için daha başka ne kanıt gerekir?
Ama maalesef bütün dünya IŞİD’i tehlikeli bir terör örgütü olarak görürken, bizde o dönemde mahallelerinde IŞİD bayrağı açan insanlar vardı. Düşünün ki, yanında taşıdığı bellekte kafa kesme görüntüleri bulunan Ahmet Güneş sadece 6 ay tutuklu kaldıktan sonra tahliye edildi. Kendisi halihazırda bizim dosyamızın firari sanıklarındandır.
Türkiye kamuoyu dönemin başbakanının katliamın üzerinden onca yıl geçtikten sonra, kendisi muhalefette iken “2015 yılında olanları anlatsam, yer yerinden oynar” demesini de duydu. Şimdi kendisinden bildiklerini anlatmasını istemek doğaldır diye düşünüyorum.
O dönemde 10 Ekim’i bir siyasi rant meselesi haline getirip oylarımız arttı da diyebildiler. Ama 10 Ekim aileleri katliamın onuncu yılında bıkmadan, yorulmadan, canını dişine takarak, onca umutsuzluğa rağmen mücadele etmeye devam ediyor, edecek. Unutmuyoruz, affetmeyeceğiz ve her zaman şunu söyleyeceğiz, bize gelmeyen adalet bu ülkede hiç kimseye gelemez. Bunu akılda tutarak mücadelelerimizi ortaklaştırmak gerekir.
Dikkatimi çeken son bir nokta ile bitirmek isterim. 10 Ekim’in anneleri, eşleri, kız çocukları… Elbette 10 Ekim’de çocuklarını, eşlerini, sevgililerini kaybeden erkekler de acı çekiyor ama gözümün önünde cereyan eden bir şey var; acıdan katılaşmış annelerin direnme ve dayanışma becerileri… 10 Ekim sonrasında kadınlar mücadelenin başını çekti demek sanırım yanlış olmaz. Mesela sen eşini kaybettin katliamda, bu mücadeleyi en başından sırtlayanlardan birisin ve en yakın yoldaşın da Nuray Anne, kayınvaliden. Ne demek istersin bu konuda?
O kederli günde 104 insanımızı kaybettik. Bunlardan ikisi çocuktu. Ölenlerin 29’u ise kadın yoldaşlarımızdı, yani ölenlerin yaklaşık üçte biri. Bombalar patlamadan önce çekilmiş fotoğraflarda ilk dikkatimizi çeken alanda ne kadar çok kadının olduğu… Bu çok çarpıcı bir şey.
Mesela işçi eylemleri olur ve gözümüzün önünde hemen tulumunu giymiş erkekler belirir. Ya da mesela sendika eylemlerinde grev gözcüsü genellikle erkektir. Halay başı da erkektir. Ama 10 Ekim öyle başka bir şeydi ki. Kadının, erkeğin, çocuğun yanyana olduğu, çocuğun babasının elinden tutup geldiği, annenin pusetiyle çocuğunu taşıdığı bir mitingdi.
Katliamın hemen öncesindeki resimlere, fotoğraflara, videolara baktığımızda kadın etkisinin ne kadar fazla olduğunu zaten görürsünüz. Bir katliamda canını kaybedenlerin yüzde otuzunun kadınlardan oluşması da büyük bir orandır. Hala toplumsal cinsiyeti konuştuğumuz bu zamanlarda, 10 Ekim günü Ankara Gar Meydanı’ndaki kadınların belirgin mevcudiyeti çok dikkat çekici idi. Barışı mesele eden bir eylemde kadınların çoğunlukta olmasında şaşacak bir şey yok bir yandan da.
Sonraki mücadelede ağaçları kaybettiklerimizin isimlerini işledikleri örgülerle saranlar yine kadınlar. Sivil anıtlarımız kadınların emeği ve yaratıcılığı ile ortaya çıktı. Çok meşakkatli bu işi kadınlar ince ince hayata geçirdi. Fikrin mimarı kadınlardı, gerçekleştiren yine onlar oldu. Ayrıca fotoğraflarla, filmlerle, resimler ve kitaplarla bu katliamı en yürekten anlatanlar da yine kadınlar oldu.
Zaten dünyadaki acıları sağaltmaya çalışanlar genellikle kadınlar. Kendilerine has bir şefkatle yapıyorlar bunu. Anneler en önde yürümeselerdi, 10 Ekim mücadelesinde sesimiz çok daha cılız kalırdı.
Alanları, duruşma salonlarını yanına eşini de alıp gelen kadınlarla doldurduk. Bir başarı varsa eğer, bu kadınlar evlerinden çıktıkları için olabildi.
Evinde oturan ve hiç de politik olamayan kadınları gün be gün politize eden, mutfağından duruşma salonlarına, eylem alanlarına taşıyan, birer politik özneye dönüştüren bir mücadele bizimkisi…
Bununla onur duyuyoruz.
Çok teşekkür ederiz Mehtap. Söyleşimizi kaybettiklerimizin anılarına saygıyla diyerek bitirelim.
Editör: Ebru Pektaş
Düzelti: Ebru Pektaş
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Seda Bedestenci Yegâne, Sinem Yıldız
Seslendirme: Filiz Kılıç, Seda Bedestenci Yegâne
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖