GenelSöyleşi Gül Büyükbeşe, Müjgan Tekin, Sabâ Esin, Telli Kayalar 6 Temmuz 2025
“İran’da marjinal konuma itilmiş feministlerin seslerinin duyurulmasında Türkiye feministlerinin sağlayacağı katkı son derece kıymetlidir.”
Dünya çok uzun süredir barışa değil savaşa yatırım yapıyor. Sıcak çatışmalar gezegenin tüm coğrafyalarını kasıp kavururken, Ortadoğu’da bir türlü dinmeyen ateş yine harlandı. Zira Suriye’deki rejim değişikliği ile değişen bölge dengeleri ve yeni hegemonya oluşturma çabaları, yeni çatışmaları zorunlu kılıyordu. Nitekim bölgede nükleer silaha sahip tek ülke olan ve Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’nı imzalamayı reddedip Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun denetimlerini kabul etmeyen İsrail, uranyumu zenginleştirerek nükleer silah üretebileceği iddiasıyla İran’a saldırdı. İran da İsrail’e füzeler göndererek cevap verdi. Çatışmalara son gün ABD jetleri de dahil oldu ve İran’daki nükleer tesisleri bombaladı. Karşılıklı saldırlar düşünülenden daha kısa sürdü ama öyle görünüyor ki, bu 12 günün etkileri tıpkı 1967’deki 6 Gün Savaşları’ndan sonra olduğu gibi yıllara yayılacak. Kaybedenler ise hep olduğu gibi yine halklar olacak.
Batı basını bu son savaş süresince yine bazı trajedileri görüp- göstermeyi, bazılarını ise hiç görmemeyi-göstermemeyi tercih etti. Örneğin İsrail’in Beerşeba kentindeki hastanenin bombalanması dünya kamuoyunda genişçe yer alırken bu saldırıdan birkaç gün önce İran’ın Kirmanşah kentinde bir hastanenin vurulması ve sivillerin hedef alınması görmezden gelindi. Belli ki dünyaya sunulan bu anlatıda sadece “makbul özneler” var. Harcanabileceği varsayılan ve birer sayıya indirgenen hayatların hikayeleri ise kendine alan açamıyor.
Biz de son çatışmaları, bu çatışmaların İran halkları üzerindeki etkisini, mollaların baskıcı İslam Cumhuriyeti rejimini, İranlı kadınların 79’dan beri bu rejime karşı verdikleri mücadeleyi ve savaş karşısındaki tepkilerini İranlı sosyolog ve feminist Aylar Necefi ile konuştuk.
İran’da kadın hareketinin köklü bir geçmişi var. İranlı kadınlar uzun bir süre boyunca kadın eğitimi, erken evliliğin önlenmesi, seçme ve seçilme hakkı, çalışma hakkı, kreş hakkı gibi başlıklarda mücadele veriyor, kazanım elde ediyorlar. Özellikle 1979’dan sonra kurulan farklı kadın örgütleri, sokağa çıkıyor, kampanyalar düzenliyor. Mahsa Amini ayaklanmasına kadar kadınların mücadelesini hangi başlıklarda anlatmak uygun olur?
1979’dan 2022’ye kadar uzanan dönem, İran’da kadın mücadeleleri açısından oldukça geniş, katmanlı ve çelişkili bir süreci kapsamaktadır. Bu tarihsel süreci analiz ederken, İran’daki kadın hareketlerini tekil ve homojen bir yapı gibi değerlendirmek metodolojik olarak yanıltıcı olacaktır. Bu nedenle, “İran’da kadın hareketi” ifadesi yerine, “kadın hareketleri” kavramını tercih etmek, farklı aktörlerin, kimliklerinvedirenmebiçimlerininvarlığınıdahadoğruyansıtacaktır.
İran’ın sosyo-kültürel yapısı ve çok katmanlı baskı rejimi göz önüne alındığında, kadınların mücadelesi her bölgede farklı bağlamlarda sürdürülüyor, içerik ve yöntem açısından farklılıklar gösteriyor. Örneğin 2022’deki Kadın, Yaşam, Özgürlük ayaklanmaları sırasında bu çeşitlilik tüm açıklığıyla görünür hale geldi. Egemen siyasi ve kültürel söylemlerle çatışan yerel hareketler, aynı zamanda merkezi baskılarla da baş etmek zorunda kaldılar. Bu nedenle, feminist tarih yazımı için dışarıda bırakılan veya görünmez kılınan kimliklerin ve hareketlerin analiz edilmesi hayati önem taşıyor.
1979 Devrimi sonrasında, kadınlar ilk büyük kitlesel protestolarını 8 Mart günü Humeyni’nin zorunlu başörtüsü açıklamasına karşı gerçekleştirdi. Tahran’da yaklaşık 50 bin kadının katıldığı bu protestolar, Tebriz ve Gilan gibi şehirlerde de yankı buldu.
Altı gün süren bu protestolarla ilgili önemli husus sadece rejimin başörtüsü konusundaki tutumu değildi; asıl mesele, kadınların hak ve özgürlüklerine yönelik kısıtlama girişimlerinin, erkekler ve farklı sol ya da liberal partiler tarafından da yeterince sahiplenilmemesiydi. Aslında bu protestolar herhangi bir örgütlenme ya da planlama olmadan başlamış, altı günün sonunda protestocu kadınlara yönelik artan şiddet nedeniyle sona ermişti. Ancak zorunlu başörtüsüne ilişkin yasanın meclisten geçmesi iki yıl ertelenmişti.
Bu protestoların ardından 2022’ye kadar geçen süreçte kadınların mücadelesi zaman zaman yasal gerilemelere tepki, zaman zaman ise ayrımcı yasaların değiştirilmesini hedefleyen çeşitli hareket ve kampanyaları içerdi.
Şah döneminin baskılarının ardından 1979-1984 yılları arasında yeni kadın örgütlerinin kurulması önemli bir gelişme olsa da bu örgütlerin çoğu kadınlar arası dayanışma kurmaktan ziyade bağlı oldukları siyasi partilerin söylemlerine öncelik verdi. Rejimin kadın hakları alanındaki gerici düzenlemelerine karşı yaygın itirazlar gelişmedi; sol partiler başta olmak üzere, toplumsal cinsiyet temelinde eşitlik talebi büyük oranda göz ardı edildi. Bu da kadın haklarına yönelik planlı bir örgütlenmenin gelişmesini engelledi.
1980’li yıllarda artan baskılar sonucunda, başta Tahran ve Tebriz olmak üzere çeşitli şehirlerde kadınlar ev ortamlarında düzenlenen kitap okuma toplantılarında bir araya geldiler.
1997’de reformist dönemin başlamasıyla birlikte kadın mücadelesinde sivil toplum örgütlerinin kurulması, kampanyaların yürütülmesi ve zaman zaman kolektif protestoların gerçekleştirilmesi mümkün hale geldi. Bu faaliyetlerin büyük kısmı yasal şiddeti meşrulaştıran kanunların değiştirilmesine yönelikti. Bunların en önemlisi “Kadınlara Karşı Ayrımcı Yasaların Değişmesine Yönelik Bir Milyon İmza Kampanyası” oldu. Tahran’ın ardından Tebriz de bu kampanyaya katıldı ancak siyasi baskılar Türk şehirlerinde faaliyet yürüten Türk feministleri daha yoğun biçimde hedef aldı. Azerbaycan’daki bu kampanyanın bir üyesi olarak o döneme dair bazı noktalara dikkat çekmek isterim.
O dönemdeki faaliyetlerimiz feministler ve toplum arasındaki bağları güçlendirdi. Ayrımcılığa dayalı yasalar hakkında toplumu bilinçlendirmenin yanı sıra, aktivistler kadınların dertlerini onların kendi diliyle öğrenme fırsatı buldular. Tebriz ve diğer şehirlerde imza toplamaya çalıştığımızda, kadınların bu yasalar hakkında yeterli bilgiye sahip olmadıklarını ve imza atmaları halinde güvenlik sorunlarıyla karşılaşmaktan korktuklarını gördük. Tahran’dan farklı olarak, küçük şehirlerde sokakta ya da parklarda imza toplamak pek mümkün görünmüyordu. Bu nedenle kampanya ve yasalar hakkında bilgi vermek ve imza toplamak için aile ve akrabalık ilişkilerine dayalı ağları kullanmayı tercih ettik. Aile içinde güvenli gördüğümüz kadınlar, başka aile bireylerinden ve akrabalarından da imza toplamaya öncülük ediyordu. Bu deneyim, kadın mücadelesinin Tahran’dan farklı ve daha zor koşullarda yürütüldüğünü ortaya koymakla kalmıyor, aynı zamanda ademi merkeziyetçi bir yaklaşımla farklı mücadele yöntemlerinin önemini de vurguluyordu.
Farklı şehirlerde faaliyet gösteren feministler ve kadın aktivistleri, kampanya sayesinde yeni bağlantılar kurdu. Bu sayede şehirler arası toplantılar organize edildi ve feministler hem kadın mücadelesindeki ortaklıkları hem de farklı feminist gruplar arasındaki imtiyaz, marjinallik ve güç ilişkilerini tartışmaya başladılar. İmza toplamada Tahran’ın ardından ikinci sırada yer alan Tebriz, kadın hareketlerindeki farklılıkları vurgulama konusunda “farklılık ilkesi” ve “kesişimsel feminizm” perspektifini öne sürdü.
Bu dönemde kadın mücadelesi, önceki dönemlerden farklı biçimde bağımsız bir hareket olarak belirginleşti. Ancak İran’daki merkeziyetçi politikalar ve söylemler kadın hareketine de sirayet etmişti. Fars, Şii ve “İrani” kimliklere dayalı milliyetçilikten avantaj sağlayan merkezdeki feministlerin baskın konumu, bu kimliklere sahip olmayan kadınların sesini ve deneyimini dışlamaya devam etti. Türk feministler olarak Tahran’la yapılan toplantılarda bu durum sıkça dile getirilmesine rağmen, kadın hareketlerinin tarihinde Türk kadınlarının sesi hâlâ duyulmuyor. Farklı kimlik kategorilerinin neden olduğu çok katmanlı ayrımcılık ve baskılar, hâkim feminist anlatının ve tarih yazımının dışında kalıyor. Genellikle yalnızca şehir isimlerinin anılmasıyla geçiştirilen bu durum, örneğin Tebriz’in adı geçse bile o şehirdeki Türk feministlerin yaşadığı baskıları yansıtmıyor.
İran’daki Türk feministlerinin temel yaklaşımı kesişimsel bir çerçevedir. Kesişimsellik kavramı doğrudan kullanılmasa da, Türk feministleri, İslami Devrim’den sonra ister sol, ister merkez Fars feminizmi, ister Azerbaycan Milli Hareketi içinde, toplumsal cinsiyetin yanı sıra “Türk olmak”, “sınıf” ve “cinsel yönelim” gibi kimliklerin kadınlar üzerindeki çok katmanlı baskıları ve ayrımcılıkları artırdığını ifade ettiler. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri, henüz Bir Milyon İmza Kampanyası başlamadan önce, 2006 yılının Mayıs ayında İran’daki Türk şehirlerinde ırkçılığa karşı başlatılan protestolardır. Bu protestolarda yüzlerce kişi gözaltına alındı, bazıları yaralandı ve ölümler yaşandı. Bu süreç Azerbaycan’daki Türk şehirlerinde yoğun güvenlik önlemleri uygulanmasına yol açtı. Aynı yılın Eylül ayında Bir Milyon İmza Kampanyası başlatıldığında, bu koşullar Türk feministlerinin faaliyetlerine ciddi riskler yükledi. Azerbaycan şehirlerinde kamusal alanda imza toplamak çok daha tehlikeli hale geldi. Bu duruma rağmen, Tahran’daki kadın hareketinden güçlü bir dayanışma gelmedi. Ancak 2009 Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasında Tahran ve diğer büyük şehirlerde başlayan protestolarla birlikte, Fars bölgelerinde de baskılar artınca, merkez kadın hareketi ilk kez Türk feministlerin yıllardır deneyimlediği baskılarla yüzleşmeye başladı. Buna rağmen, medyaya erişim ve sesini duyurma konusundaki eşitsizlik devam etti, Türk kadınlarının deneyimleri görünürlük kazanamadı. İran’ın muhalif medyası Yeşil Hareket’i gündemde tutarken, Azerbaycan’daki Türklerin mücadelesi sistematik olarak marjinalleştirildi.
Özet olarak, İran’daki kadın mücadeleleri tarihsel olarak yalnızca başkent merkezli ve belirli kimliklerin etrafında şekillenmedi. Farklı kimliklerin, farklı coğrafyaların ve farklı taleplerin iç içe geçtiği bir mücadele haritasından bahsetmek mümkün. Bu röportaj vesilesiyle, özellikle Türkiye’de İran’daki kadın mücadelesine dair daha kapsayıcı, çok dilli, çok kimlikli ve çok katmanlı bir bakış açısının güçlenmesine katkı sunmayı umuyorum.
Peki 2022’de Mahsa Amini’nin katledilmesi ile başlayan büyük başkaldırıyı nasıl tanımlarsınız? Bu isyan için “1979’dan sonra ülkenin gördüğü hiçbir şeye benzemediği” yorumları yapıldı. Sokaklarda kimler vardı? Farklı kadın gruplarının, işçi hareketinin ve öğrenci hareketinin de katılım sağladığı, toplumun daha geniş kesimlerini içine katan bir ayaklanmadan söz etmek mümkün mü?
2022 yılı Eylül ayından itibaren başlayan protestoları tek bir kimlik ve söylem çerçevesine sığdırmak, bu hareketin içindeki farklılıkları göz ardı etmemize ve indirgemeci bir bakış açısına yol açacaktır.
Her ne kadar bu protestolar, Mahsa Amini’nin Ahlak Polisi tarafından gözaltına alındığı sırada tanıkların ifadesine göre başına aldığı darbe sonucu hastanede hayatını kaybetmesiyle başlamış olsa da, bu hareketi anlamlandırmak için yalnızca bu olaya değil, İran’da son yıllarda artan toplumsal hareketliliklere, sıklaşan sokak protestolarına ve rejimin bunlara yönelik sert bastırma yöntemlerine de bakmak gerekiyor.
Son yıllarda ABD’nin uyguladığı ağır ambargoların da etkisiyle İran’da giderek derinleşen yoksulluk, işsizlik ve umutsuzluk ortamı; 2017 ve 2019 yıllarında sınıfsal temelli protestoların patlak vermesine neden oldu, bu protestolar ise bir hafta içinde 1500 kişinin öldürülmesiyle bastırıldı.
Bununla birlikte, çevre meselesi de artık ciddi bir krize dönüştü. Özellikle Urmiye Gölü gibi su kaynaklarının yanlış çevre politikaları sonucu kuruması; bu kaynakların çoğunlukla İran’ın yoksullaştırılmış bölgelerinde yer alması nedeniyle ekonomik baskının artmasına, iç göçlerin yoğunlaşmasına ve nihayetinde çevre adaletsizliğine karşı protestoların ortaya çıkmasına yol açtı.
2011 yılında Türkler, Urmiye Gölü’nü korumak amacıyla sokağa çıktı, bu protestolar sırasında gözaltına alınan Türk feministler, İran’da kesişimsel ayrımcılıkların ve çoklu baskı sistemlerinin varlığını bir kez daha görünür kıldı. Çevresel adaletsizliklere dayalı bu itirazlar, ilerleyen yıllarda İran’ın diğer bölgelerine de yayıldı, ancak bunlara verilen sert tepkiler toplumsal uçurumları daha da derinleştirdi.
Tüm bu dinamiklerin yanı sıra, yeni kuşağın bireysel özgürlüklere dayalı bir yaşam tarzını benimsemesi ve bu özgürlüklerin sınırlandırılmasına karşı gelişen itiraz ruhu da 2022 ayaklanmalarına zemin hazırladı.
Bu ayaklanmaların belirleyici özelliklerinden biri, çok geniş bir coğrafyaya yayılması, özellikle küçük şehirleri de kapsaması; kadınların bu protestolarda öncülük yapması; özellikle Z kuşağı olmak üzere okul çağındaki çocukların da sürece katılması ve kısa süre içinde farklı etno-milli meselelerle birleşmesidir. Bu bağlamda, 2022 protestolarında sınıfsal temalardan çok, kimlik temelli meselelerin ön plana çıktığı görülür.
Protestoların özellikle Sünni bölgelerde yoğunluk kazanması ve bu bölgelerde rejimin orantısız şiddet kullanması dikkat çekicidir. “Kanlı Cuma” olarak adlandırılan günde, Zahidan’da Cuma namazının ardından göstericilere ateş açılması sonucu yaklaşık yüz kişi hayatını kaybetti.
Mahsa Amini’nin Sünni Kürt kadını olması, Kürt milliyetçi hareketlerinin protestolara katılımını ve yönlendirme çabalarını beraberinde getirdi, bu da kadın hakları eksenli itirazların zamanla milliyetçi bir zemine kaymasına neden oldu. Bu bölgesel farklılıklar ve farklı etno-milli grupların sürece aktif katılımı, İran’daki kesişimsellik meselesini bazı akademik literatürlerin de gündemine taşıdı.
500’den fazla ölü, çok sayıda tutuklama ve hatta 7 idam. Ayaklanma kanla bastırıldıktan sonra baskının dozunun artırıldığını da elbette biliyoruz. Rejimin “Jin, Jiyan, Azadi” isyanına yönelik tepkisini ve sonrasını nasıl özetlersiniz?
Rejimin tepkisini sınıfsal ve ekonomik sorunlara dayanan 2017 ve 2019 olaylarıyla karşılaştırdığımızda, rejimin 2022 protestolarında farklı bir tutum sergilendiğini görüyoruz. İlkinde kontrol, ağırlıklı olarak yüksek ölü sayısıyla sağlandı; ikincisinde ise on binlerce kişinin gözaltına alınmasıyla bastırma süreci yürütüldü.
Mahsa Amini’nin ölümü sonrasında İran’ın çeşitli şehirlerinde başlayan protestolar kısa sürede ülke geneline yayıldı; 31 eyalette, 163’ten fazla şehirde, 143 üniversitede ve toplamda 1.100’ü aşkın olayda eşzamanlı gösteriler gerçekleştirildi. Bu hareket, aynı anda farklı bölgelerde sokağa çıkan, çeşitli kimlik ve taleplere sahip dağınık gruplardan oluşmaktaydı. İran yasaları vatandaşlara barışçıl protesto hakkı tanımasına rağmen, güvenlik güçleri bu gösterilere biber gazı, tazyikli su, cop, ateşli silahlar ve keyfi gözaltılarla müdahale etti. Bugüne kadar 500’den fazla kişi yaşamını yitirdi; bu sayının içinde 75 kadın ile 71 çocuk ve genç de yer alıyor. Ayrıca 20.000’den fazla kişi gözaltına alındı, yaklaşık 500 öğrencinin ve 186 çocuğun kaçırıldığı bildirildi.
Ayaklanmaların ardından geçen iki yıl içinde, Uluslararası Af Örgütü’nün raporlarına göre İranlı yetkililer insan haklarına yönelik baskıyı daha da artırdı. Özellikle kadınların ve kız çocuklarının zorunlu başörtüsü yasalarına karşı durmalarını engellemek amacıyla baskı ve şiddet politikaları yoğunlaştırıldı; muhalif sesleri susturmak için idam cezalarına daha sık başvurulmaya başlandı.
Nisan 2024’te İran yönetimi ülke çapında, “Nur Planı” adını verdiği yeni bir kampanya başlattı. Bu tarihten itibaren kamusal alanlarda yaya, motosikletli, araçlı ve minibüsle devriye gezen güvenlik güçlerinin sayısında belirgin bir artış yaşandı. Bu uygulamanın temel amacı, zorunlu başörtüsü yasasının etkin bir biçimde uygulanmasını sağlamaktı. Bunun yanı sıra kız çocuklarının okullarına zehirli kimyasal saldırılar yapıldı.
Ayrıca, bu dönemde İran yönetimi idam cezasını bir baskı aracı olarak daha yoğun biçimde kullanmaya başladı. 2023 yılı, yüzde 43’lük artışla son sekiz yılın en yüksek idam sayısına sahne oldu; bu yöntem özellikle halk üzerinde korku yaratmak amacıyla kullanıldı. İdam uygulamalarından orantısız şekilde etkilenen grupların başında ise Beluç etnik topluluğu geliyor.
Öte yandan, Pezeşkiyan’ın cumhurbaşkanlığına seçilmesiyle birlikte yürütme erkinde görece bir yumuşama görülse de, yargı ve yasama erklerinin özellikle kadınlara yönelik şiddeti yasallaştırma yönündeki ısrarı devam ediyor.
İsrail ve ABD, Ortadoğu’da Çin ve Rusya’ya yakın duran tüm devletlere saldırıyor; Libya, Suriye ve şimdi de İran. Öte yandan İran da Ortadoğu’da birçok paramiliter Şii gücü destekliyor, İran halkından esirgenen kaynak, adına “direniş ekseni” denen bu güçlere akıyor. Bu son saldırılar, yani İsrail ve Amerika saldırıları bekleniyor muydu ülke içinde? İran halklarının tepkisini nasıl aktarırsınız?
Sahadan edindiğim gözlemlere dayanarak, bu savaşın İran halkları için beklenmedik olduğunu söyleyebilirim. 1979 Devrimi’nden bu yana İran İslam Cumhuriyeti ile Amerika ve İsrail arasında zaman zaman gerilimler yaşandı; bu tansiyon, bölgesel dinamiklere bağlı olarak yükselip alçaldı. Ancak doğrudan bir savaştan daima kaçınılmış ve bölgedeki güç dengesi, az çok korunmuştu. Devrimden sonra İran ile İsrail arasında bir savaş ihtimali her zaman mümkün görünse de, bu savaş genellikle iki ülkenin sınırlarının dışında tutulmuştu.
Ancak 13 Haziran 2025 gecesi, Tahran’da ve birkaç saat sonra Tebriz’de duyulan patlama sesleri, halkı derin bir şokla karşı karşıya bıraktı.
İlk tepkiler, halkın savaşın başladığını kabullenmekte zorlandığını gösteriyordu. Kırk beş yıldır böyle bir savaşın eşiğinde olunduğu duygusu zaman zaman hissedilse de, bunun gerçekten yaşanacağına dair inanç zayıftı. Savaş psikolojisinde şok, kaygı, korku, belirsizlik ve kayıp beklentisi gibi duygular yaygın olabilir; ancak bu durumda İran-Irak Savaşı’nın kolektif bellekte bıraktığı derin travmalar yeniden canlandı.
Bu travmaların tekrar su yüzüne çıkması yalnızca İran-Irak Savaşı’yla ilgili değildi; aynı zamanda yıllardır özgürlük mücadelesi veren insanların maruz kaldığı baskıların ve kaygıların da yeniden yaşanmasına neden oldu. Bu duyguların İran’daki farklı toplumsal kesimler üzerindeki etkilerini önümüzdeki süreçte dikkatle gözlemlemek gerekiyor. Zira son on yılda sokağa taşan protestoların sıklığı ve bu protestoların rejim tarafından şiddetle bastırılması, özellikle 2022 ayaklanmalarının yeni kuşaklar üzerindeki etkisi, toplumu yıprattı ve kimi zaman derin bir umutsuzluk hissine yol açtı.
Her ne kadar Pezeşkiyan’ın cumhurbaşkanlığına seçilmesi toplumsal atmosferde bir yumuşama yaratmış olsa da, bu gelişme yeni kuşaklar için yeterli görülmüyor. Devrimden bu yana üç kuşağın özgürlük ve eşitlik mücadelesi vermesi, ancak her bir adımın ağır bedellerle elde edilmesi, toplumda ciddi bir yorgunluk yarattı.
Bütün bunlara ek olarak savaşın başlaması, İran’da önümüzdeki dönemde özgürlük ve eşitlik mücadelesinin nasıl etkileneceği; özellikle kadınların öznelliği üzerinde ne tür sonuçlar doğuracağı sorusunu gündeme getiriyor. Bu sürecin etkilerinin hangi yönde gelişeceğini öngörmek güç olsa da, dikkatle ve özenle izlenmesi gerekiyor.
İsrail’in bir diğer hedefinin rejimi değiştirmek olduğu da sıkça söyleniyor. İran halkı, özellikle muhalifler, İslam Cumhuriyeti rejimine direnirken çokça bedel ödeyen kadınlar, nasıl yaklaşıyor bu tepeden rejim değiştirme stratejilerine?
Bu soruya farklı bakış açılarıyla verilen yanıtlar mevcut olmakla birlikte, İran’da yıllardır özgürlük uğruna atılan her bir adımın sistematik biçimde şiddetle bastırıldığını söylemek mümkün. 1906 Meşrutiyet Devrimi’nden bu yana, İran’da farklı toplumsal kesimlerin özgürlük ve adalet mücadelesi her ne kadar iç ve dış etkenler tarafından saptırılmaya ya da bastırılmaya çalışılmış olsa da, bu mücadeleler halkların öznelliğiyle, yani kendi iradeleriyle gerçekleşti.
Örneğin, İran’ın Azerbaycan bölgesinde Türklerin son yüzyılı aşkın süredir yürüttükleri mücadeleye baktığımızda; sosyal demokrasinin temellerinden olan Eyalet ve Velayet Encümenlerine öncülük etmeleri, 1920’de kurdukları özerk Azadistan hükümeti, 1945’te ilan ettikleri Azerbaycan Milli Hükümeti ve Pehlevi rejimine karşı sürdürdükleri direniş geleneği açıkça gösteriyor ki, bu halklar dış müdahaleyle özgürlük elde edilemeyeceğinin bilincindedir.
Kaldı ki tüm dünyanın gözleri önünde Filistin’de yüz binlerce insanı katleden İsrail’in Ortadoğu halklarına barış ve özgürlük getiremeyeceği aşikârdır. Dış müdahale yoluyla bir rejimin devrilmesi, yalnızca yeni bir sömürgeci gücün boyunduruğu altına girmek anlamına gelir. İran’da halihazırda var olan iç sömürüye bir de dış sömürünün eklenmesi, kabul edilemez bir durumdur.
İran’daki halklar bu tutumu açıkça reddetti; esas mücadelenin, kendi kaderlerini özgürce belirleme hakkı çerçevesinde verilmesi gerektiğini bir kez daha ortaya koydu. Bu nedenle, savaştan faydalanarak İran’da iktidarı ele geçirmeyi planlayan devrik şahın oğlu Rıza Pehlevi’nin çağrıları toplumda karşılık bulmadı, şahçı kesimin toplumda bir tabanının bulunmadığı bir kez daha görüldü.
Saldırılar düşünüldüğü denli uzamadı ama 12 gün içinde çok kan döküldü, siviller öldü, binlerce insan evsiz kaldı, göçe zorlandı. Halklar için bu saldırıların bedeli çok ağır. Ancak İslam Cumhuriyeti rejimi güç kaybetse de yerini koruyor. Şimdi İran’ı ne bekliyor? İsrail ve ABD saldırıları yinelenebilir mi? İslam Cumhuriyeti rejimi kalıcı mı? Mollalar İran halklarına yönelik baskıyı artırır mı sizce? Ya da şöyle soralım; içeride rejimi tahkim etmek için ne yapabilirler?
Saldırıların geleceğini öngörmek oldukça güç; ancak mevcut koşullar göz önüne alındığında, bu saldırıların yenilenmesi hem İran hem de İsrail’in gücünü aşıyor. İran’ın iç gelişmeleri bağlamında, iktidarın homojen bir yapıya sahip olduğunu düşünmek yanıltıcı olur; bu tür bir varsayım, halkın özgürlük uğruna benimsediği çeşitli mücadele yöntemlerini indirgemeci bir bakışla değerlendirmemize yol açabilir.
Örneğin, Pezeşkiyan’ın cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte en azından yürütme erkinde sınırlı da olsa bazı yumuşamalar gözlemlendi. İran’da esas karar alma yetkisinin Dini Lider Ali Hameney ve Devrim Muhafızları’nda olduğunu hatırda tutarsak, Pezeşkiyan yönetiminin ahlak polisi baskısını azaltmaya yönelik girişimleri; sivil toplum kuruluşlarının faaliyet alanlarını genişletme çabaları; Şii ve Fars olmayan toplulukların devlet kurumlarına daha fazla dahil edilmesi; kadınları şiddetten koruma amacıyla parlamentoya sunulan yasa teklifleri gibi adımlar, toplum üzerindeki baskının kısmen azalmasına katkı sundu.
Ne var ki yasama ve yargı erkleri tarafından uygulanan baskılar, keyfî gözaltılar, idam cezaları ve anti-demokratik, gerici yasaların çıkarılması tüm şiddetiyle sürüyor. İran halkı, bu baskıcı ortamda özgürlük ve adalet mücadelesini sürdürmeye çalışıyor. Bu nedenle, ülkenin farklı bölgelerinde ortaya çıkan çeşitli siyasi faaliyet geleneklerini dikkate almak büyük önem taşıyor. Şiddetten uzak mücadele yöntemlerine yönelmek, halkı umutsuzluk ve pasiflikten koruyacak; toplumsal direnişin devamlılığını sağlayacaktır. Her ne kadar İran’da özgürlük mücadelesi yüz yılı aşkın bir geçmişe sahip olsa da, bu mücadelenin hedeflerine ulaşabilmesi için hâlâ uzun ve zorlu bir yolun kat edilmesi gerekiyor.
Gündelik hayatta kalma mücadelesi, savaşın yarattığı endişeler öz örgütlenme için daha az alan kalması anlamına geliyor maalesef. Tarihte bunu defalarca gördük. Şu anda İran’da insanların, kadınların önceliği nedir? Bu baskıcı rejimin kalıcı olarak sona erdirilmesi için halkların, toplumun örgütlü kesiminin, kadınların ne yapması gerekir?
Bir ülkede uzun süre devam eden ekonomik sorunlar, halkın önceliklerini geçim kaygılarına yönlendirir. İran’da son yıllarda sınıfsal temelli ayaklanmaların artması; emeklilerin, işçilerin grevler ve kampanyalar düzenlemesi bu durumun açık göstergeleridir. Dolayısıyla, kadınların da öncelikli kaygılarından biri ekonomik zorluklardır.
Bununla birlikte, İran’da toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcı yasalar, kadınların gündelik yaşamını doğrudan etkiliyor. Yasal reform talebi, defalarca kadın hareketlerinin temel gündemlerinden biri olmasına rağmen, bu alanda kayda değer bir ilerlemeden söz etmek oldukça güç. Kadınların eğitim seviyesinin artması ve işgücü piyasasına katılım taleplerinin yükselmesi, toplumdaki güç dengelerini kısmen dönüştürdü. Ancak buna rağmen kadınlar, özellikle evlilik sonrası medeni haklarının büyük bir bölümünü eşlerine devretmek zorunda kalıyor.
Kadınların haklarını güvence altına alan eşitlikçi yasaların olmaması, kadınları tüm mücadelelerine ve toplumsal değişime katkılarına rağmen hâlâ şiddet ve yapısal eşitsizlik karşısında savunmasız bırakıyor.
Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir husus, İran’daki kadınlar arasında etno-milli ve sınıfsal temelli farklılıkların göz önünde bulundurulması. Ekonomik zorluklar ve yasal şiddet, diğer baskı biçimleriyle kesiştiğinde, kadınları mevcut güç kaynaklarından daha da uzaklaştırıyor ve maruz kaldıkları ayrımcılığı katmanlaştırıyor. Örneğin, İran’ın merkeziyetçi ve iç sömürüye dayalı politikaları nedeniyle marjinalleştirilmiş ve yoksullaştırılmış bölgelerde çocuk yaşta evliliklerin oranının yüksek olduğu ve artış gösterdiği görülüyor. Aynı şekilde, bu bölgelerde kız çocuklarının eğitimden yoksun kalma oranı da çok daha yüksek .Burada altı çizilmesi gereken nokta, bu bölgelerin yüz yılı aşkın süredir Fars-Şii merkezli ulus-devlet inşa süreci içerisinde sistematik olarak dışlandığı ve yapısal ayrımcılığa maruz bırakıldığıdır.
İran ve Ortadoğu’daki kadınlarla dayanışmayı arttırmak için biz Türkiyeli kadınlara düşen nedir?
Kadınların karşılaştığı sorunlar, içinde bulundukları sosyo-kültürel bağlama ve ekonomik koşullara göre farklılık gösteriyor. Buna ek olarak, taşıdıkları kimlikler nedeniyle kadınlar arasında eşitsiz güç ilişkileri söz konusudur. Ancak bu durumun bilincinde olan feministler, deneyimlerini paylaşarak ve birbirlerinden öğrenerek güçlü bir dayanışma ağı oluşturma konusunda önemli ilerlemeler kaydettiler.
Bu bağlamda Türkiye’deki feministlerin etkisi dikkate değerdir. Özellikle 2022 ayaklanmaları sırasında Türkiye’deki feministlerin verdikleri destek bu dayanışmanın somut bir örneğini oluşturdu. Türkiye’nin İran ile sınır komşusu olması, İran nüfusunun büyük bir kısmının Türkiye ile aynı dili konuşması ve Türkiye’deki feminist mücadelenin kazandığı deneyim ve başarılar, İran’daki feministler için değerli bir örnek teşkil ediyor. İran’da feministlerin Türkiye’deki feministlerle dayanışma ağları kurmaya çalışması, bu ilişkinin önemini açıkça gösteriyor.
Türkiye’de güçlü sivil toplum kuruluşlarının varlığı da İran’da feministler için ilham verici bir model sunuyor. Bu kuruluşlar arasında deneyim paylaşımı yapılması ve İran’daki kadın hakları savunucularının seslerini duyurmalarına zemin hazırlanması büyük katkı sağlayacaktır. Ayrıca, Türkiye’deki feministler, özellikle İran’da merkeziyetçi söylemler tarafından dışlanan veya görünmez kılınan feministlerin seslerinin duyurulmasında önemli bir rol oynayabilir.
Nitekim İran’da kendisini Türk kesişimsel feminist olarak tanımlayan bir aktivist, toplumsal cinsiyetin yanı sıra “Türk” olduğunu vurguladığında; İran’daki Türklere yönelik asimilasyon ve ırkçı politikaları eleştirdiğinde ya da Türkçe içerik üretme konusundaki ısrarını sürdürdüğünde, medya gücünü elinde tutan merkez/Fars feministler tarafından dışlandığını ve görmezden gelindiğini ifade ediyor.
Bu çerçevede, sizin yürüttüğünüz bu röportaj başta olmak üzere, İran’da marjinal konuma itilmiş feministlerin seslerinin duyurulmasında Türkiye feministlerinin sağlayacağı katkı son derece kıymetlidir.
Editör: Şöhret Balcı
Düzelti: Gül Büyükbeşe
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Sinem Yıldız
Seslendirme: Filiz Kılıç, Melike Çınar
Yazar Hakkında Bilgi
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖