Background

Kadın Partizanlar: Cephede, Fikirde, Örgütte ve Gelecekte

Kadınlar hep oradaydı.

Cephede, mahzende, tarlada, şehrin ara sokaklarında.

Silah taşıdılar. Mühimmat kaçırdılar. Afiş bastılar. Bildiri dağıttılar. Ama hepsinden önce ve hepsinden çok: Düşündüler. Plan yaptılar. Örgüt kurdular. Umudu taşıdılar.

Peki neden hâlâ yalnızca “yardımcı” olarak anılıyorlar?

Tarih, çoğu zaman erkeklerin yazdığı bir roman gibi… Bu romanlarda kadınlar ya acı çeken sevgililerdir ya da duygusal fedakârlıklarıyla hikâyeye derinlik katan yan karakterler. Oysa özellikle II. Dünya Savaşı gibi savaş dönemlerinde, kadınlar yalnızca birer figüran değil, bizzat hikâyeyi yazanlardı. Direnişin ruhunu örgütleyen, zafere anlam katanlardı.
Bu yazı, “savaşan” kadınların yalnızca mermi sıktığını değil, fikir ürettiğini de anlatmak için yazılıyor. Kadınlar sadece cesur değil; zeki, politik, stratejikti.

Kadınların savaşın her aşamasında aktif rol aldığını gösteren örnekler, yalnızca bir cephede değil, tüm dünyada farklı mücadele alanlarında görülebilir. Sovyetler’den Fransa’ya kadar kadın partizanlar sadece silah taşıyan askerler değil, ideolojik yönlendiriciler, stratejik karar vericiler, yerel halkı mobilize eden siyasi aktörlerdi. Neredeyse tüm cephelerde, yalnızca “kurban” ya da “destekleyici” figürler değil, direnişi örgütleyen, kararlar alan ve savaş sonrası toplumu yeniden kurmaya çalışan öznelerdi. Bu gerçeklik tarih yazımında unutulmuş olmalı ki, savaşların tarihsel anlatımlarında kadınlar çoğunlukla kahramanlık, sadakat ve cefakârlık gibi “duygusal” kategorilerle anılıyorlar. Elbette tarih yazımının burada yalnızca unutkan olduğunu söylersek ona torpil geçmiş oluruz; tarih yazımı aynı zamanda ataerkil toplum anlayışından nasibini alarak oldukça da seçicidir. Ataerki, kadını “duygusal” ve “korunmaya muhtaç” bir varlık olarak inşa ettiği için onun ideolojik veya stratejik akıl yürütmesini ya görmezden gelir ya da istisnai bir anomali olarak sunar. Belki biraz “acımasız” bir özetle, işin aslı budur.

“Savaş sadece cephede kazanılmaz, zihinlerde de kazanılmalı.”

Tanıdık iki örnekle konuya doğrudan giriş yapalım; Zoya Kosmodemyanskaya ve Lucie Aubrac.

Sovyet Partizanlarından Zoya Kosmodemyanskaya henüz 18 yaşında darağacına götürülürken yalnızca cesur bir sabotajcı değildi. O, Sovyet ideolojisinin sadık bir taşıyıcısı, köylülerle kurduğu ilişkilerde propaganda ve ikna becerisi yüksek bir devrimciydi. Mark Edele’in Soviet Partisans and their Ideological Struggles kitabından ulaşabildiğimiz bazı notlarda, Komsomol’da aldığı ideolojik eğitimle köylüleri direnişe katmak için gösterdiği çabasını ve zekasını açıkça görebiliyoruz. “Savaş sadece cephede kazanılmaz,” diyor Zoya, “zihinlerde de kazanılmalı.”

Şüphesiz 18 yaşında genç bir kadının Nazi subayları tarafından asılarak katledilmesinin görüntüsü zihinlerde önemli bir yer ediyor. İdam sehpasında söylediği son cümlesi “hepimizi, 190 milyon kişiyi asamazsınız” ise Zoya’nın aslolanın fikrin kendisi olduğuna dair inancını kanıtlıyor. Bugün Zoya’dan bahsedilirken anlatılanlar çoğunlukla onun kahramanca ölümü ile ilişkili. Oysa ölümünden çok konuşulmayı hak eden, Sovyet kadınlarının sadece silahla değil, fikirle de savaştığının en somut örneklerinden biri olan örgütçü yaşamıdır. 

“Direnmek, her zaman şimdiki zamanda çekimlenmesi gereken bir fiildir.”1

Fransa’nın işgal altındaki Lyon sokaklarında yaşayan bir tarih öğretmeni; Lucie Aubrac. Naziler ülkesini işgal ettiğinde direnişe katıldı, müfredata sığmayacak bir tarih yazmaya karar verdi. Gestapo’nun elinden yoldaşı ve aynı zamanda eşi olan Raymond Aubrac’i kurtarmak için kurduğu plan, tarihe romantik bir hikâye olarak geçti. Ama şüphesiz ki o baskın, aşkın değil zekânın işiydi. Lucie yalnızca kadını “erkek kurtarıcılığından” azat eden figür olmakla kalmadı. O, direnişin planlarını yapan, basın bildirileri yazan, stratejik kararlar alan bir partizandı.

Une femme dans la resistance adını verdiği otobiyografisinde, “Direnmek, her zaman şimdiki zamanda çekimlenmesi gereken bir fiildir” diye yazıyor Lucie. Direniş onun için geçmişte yaşanıp bitmiş bir kahramanlık destanı değil, bugün de sürmesi gereken bir mücadelenin ta kendisiydi. Çünkü savaşın bitmesi, baskının bittiği anlamına gelmiyordu. Ataerkil düzen hâlâ vardı, kadınlar hâlâ susturuluyordu. Lucie savaş sonrasında da mücadeleyi sürdürdü, toplumsal reformlar için çaba harcadı. Kadınların savaşta oynadığı rolü savunarak, direnişe katılan kadınların öykülerinin geniş kitlelere anlatılmasına yazdığı kitaplarla öncülük etti.

Tarih Erkeklerin Yazdığı Haliyle Eksiktir

Örnekler elbette Zoya ve Lucie ile sınırlı değil. Dünyanın farklı yerlerinde, kadınlar benzer şekilde savaşların ve direnişlerin ideolojik ve stratejik cephelerinde var oldular. 

Feminist kuramcı Joan Scott bu konuya dair şöyle diyor, “kadının tarih sahnesine çıkışı, sadece yeni kahramanlar üretmek değil, tarihsel anlatının yapısını dönüştürmekle mümkündür.”2

Partizan kadınlar tüm cephelerde savaş sonrası düzenin ideolojik temelinin inşasında aktif rol aldılar, devrimin politik rotasını belirleyen merkez figürler oldular. Onlar sadece savaşmadılar. Düşündüler, yön verdiler, öncülük ettiler, halkı örgütlediler. Ama savaş bittiğinde, erkek tarihçiler kalemi ellerine aldılar, kadının politik öznelliğini tarihten sildiler ve kadınları yeniden tanımladılar; “sadık eş”, “annelik yapan direnişçi”, “gözü kara ama duygusal.” Anlatılar, onların “annelik”, “duygudaşlık”, “yardımcılık” ya da “kurbanlık” yönlerini öne çıkardı. Böylelikle erkek egemen tarih, kadınların sadece hayat kurtardığını, ama fikir üretmediğini varsaymakla kalmadı; kadınlar fikir ürettiğinde, bu fikrin “tarih” sayılmayacağını da ima etmiş oldu.

Savaş meydanlarında aktif olan kadınlar, barış masalarında sessizleştirildiler. Oysa partizan kadınlar, yalnızca canlarını ortaya koymadılar; bir ideolojiyi savundular, bir dünya hayal ettiler.
Tam bu noktada, kadınların barış süreçlerindeki yok sayılma durumunu daha iyi anlamak için tarihi biraz daha ileri sarıp Bosna Hersek örneğine bakabiliriz. Bosna’daki savaş sırasında kadınların rolü o günün önemli bir gündemi oldu. Savaş sonrası dönemde ise birçok kadın, barış sürecine katkı sağlamak için önemli adımlar attılar, savaştan sonraki toplumsal yapıyı yeniden kurmaya çalıştılar. Ancak barış anlaşmalarına dahil olan erkek egemen karar organları, kadınların bu süreçteki ideolojik, sosyal ve politik katkılarını göz ardı ettiler. 1995 yılında çatışmaya son veren Dayton Barış Anlaşması delegasyonu tamamen erkek politikacılardan oluşuyordu.

Kadınlar, savaşta ne kadar görünür olmuşlarsa, barista da bir o kadar dışlandılar. 
Bugün devrimci kadınların savaş tarihindeki rolünü hatırlarken, onların yalnızca cephede değil, fikirde ve örgütte savaştıklarını teslim etmeliyiz. Kadınlar savaşın kaderini değiştirdiler ama savaşın tarihini erkekler yazdı ve bu yüzden kadınlar hala “yardımcı” olarak hatırlanıyorlar. Oysa gerçek şu ki orada, cephenin ötesinde de bir savaş ve tamamlanması gereken görevler vardı; düşünmek, planlamak, yönetmek, inşa etmek.
Tarih, erkeklerin yazdığı haliyle eksiktir.
Bu eksikliği gidermek, sadece geçmişe değil, geleceğe de borcumuzdur. Kadınların tarihini genişletmek, onların yalnızca var olduklarını değil, fikirleriyle yön verdiklerini de hatırlamak demektir. Fedakârlıklarının ötesinde teorik önderliklerini de teslim etmek, onları sessizliğe mahkûm eden anlatıya karşı bir direniştir.
Bugün, bu direnişin öyküsünü yazmak, belki de her zamankinden daha güçlü bir el ile mümkün. Savaşların ve direnişlerin sadece fiziksel olmayan, aynı zamanda ideolojik mücadeleler olduğunun farkına vararak, özgürlük için savaşıp aynı zamanda toplumlarını dönüştüren Rojava’daki kadın savaşçılar kendi tarihimizde, omuz başımızdalar. 

Ve Türkiye’deki kadın hareketinin kararlılığı ve direnişi, ne mutlu ki yıllardır süregelen tarihsel bir devamlılık taşıyor. Her yıl “yasaklı” Taksim’i stratejik liderlikleriyle ele geçiren, tehditlere baş eğmeyen kadınlar, iktidarın toplumsal yapıyı sağcılaştırma yolunda karşısına ülkedeki en dirençli güç olarak dikiliyorlar. 8 Martlarda Taksim’de, Gezi Parkı’ndan Saraçhane direnişine kadar tıpkı partizan kadınlar gibi cephenin en önünde alana öncülük ediyorlar. Ama tarihin tekerrür kisvesiyle, yeni ve modern dünyamızda, iş karar alıcılar arasında yer almaya geldiğinde yine görünmez oluyorlar. 
Önümüzde zaruri bir görev var. Tıpkı geçmişteki kadın partizanlar gibi, bizler de sadece fiziksel savaşın değil, fikri ve ideolojik savaşların da öncüsü olacağız. Kadınların tarihini yalnızca görünür kılmakla kalmayacak, aynı zamanda tarih içindeki etkileyici ve devrimci pozisyonlarını yeniden kuracağız. 
Kendi direnişimizin öyküsünü yazmak, geçmişle aramızdaki duvarları aşmak ve modern zamanlarda sürdürülen mücadelelerin temellerini yeniden inşa etmekle mümkün. Toplumları inşa etme, eşitliği sağlama ve hak mücadelesi verme sorumluluğunu omuzlarımızda; Dünya direnişlerinin mirası, özgün deneyimlerimiz, inadımız, cesaretimiz, zekâmız ve örgütsel yeteneklerimizle tarihi nasıl değiştirdiysek, bugünü ellerimizle nasıl inşa ettiysek cephede, fikirde, örgütte ve gelecekte, öykümüzü de kendimiz yazacağız. 

Dipnotlar:

  1. Aubrac, L. Outwitting the Gestapo
    ↩︎
  2. Scott, J. (1986). Gender and the Politics of History. Columbia University Press ↩︎


Editör: Sinem Yıldız
Düzelti: Sinem Yıldız
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Sinem Yıldız
Seslendirme: Seda Bedestenci Yegâne

Kadın Vardiyası – 2023
Bize Ulaşın: [email protected]

Login to enjoy full advantages

Please login or subscribe to continue.

Go Premium!

Enjoy the full advantage of the premium access.

Takipten Çık:

Takipten Çık Vazgeç

Cancel subscription

Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.

Go back Confirm cancellation