Background

“Erkek Tahakkümündeki Kamusal Alana Çıkmış Terörist Kadınlar”

Okuduğumuz klasiklerden net olarak bildiğimiz bir şey var; “artık ürün” ilk kez tarımda ortaya çıktı.  Sınıf, sınıflı toplum, sınıflar arası ilişkiler de böylece girdi tarih sahnesine. Artık ürüne el koyma biçimi tüm sınıflı toplumların üretim ve mülkiyet ilişkilerini biçimlendirdi, biçimlendiriyor.

F. Engels Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devlet’in Kökeni adlı kaynak eserinde, kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğin ilk nüvelerini sınıflı toplumların başlangıcına eşitler. Yani diyebiliriz ki patriyarka ve sınıflı toplum el ele girer tarih sahnesine. Mülk erkeğindir. Özel mülkiyet toplumu düzenleyen temel unsur haline gelip güç kazandıkça kadınların toplumdaki konumu zayıflar. Köken’in bize öğrettiği en önemli derslerden biri budur. Bir başka deyişle erkek, tarımsal üretimin başlayıp, artık ürünün ortaya çıkmasıyla hem toprak hem de kadınlar üzerinde bir egemenlik kurar, kadın bedenini ve toprağı kendi gücünü tahkim edeceği birer araç gibi görür. 

Tarih boyunca da böyle olagelir bu.

Sonra insanlar tekerleği bulur, pusulayı, matbaayı, devleti… Savaşır, buhar makinesini geliştirir, gemiler yapar, yeni kıtalara yol alır, devletler kurar, devletler yıkar, savaşır, ürer, kalabalıklaşır, kendisine yeni yurtlar edinir, fabrikalar inşa eder, kıyısına kentler koyar, yığınlar halinde kentlere göçer, bu arada hep savaşır, hep diğerini sömürür. Baş döndürücü bir hızla değişir hayatlar. Ancak tarım aradan geçen bin yıllar boyunca, insanların karnını doyurmaya ve ana geçim kaynaklarından biri olmaya devam eder.

Uluslararası Çalışma Örgütü verilerine göre 2022 yılı itibarıyla dünyada 891 milyon kişi tarım sektöründe istihdam ediliyor ve bu rakam toplam istihdamın %26’sına eşit. Kadınlar toplam tarımsal işgücünün %43’ünü oluşturuyor. TÜİK verilerine göre ise Türkiye’de tarımda istihdam edilen kadın oranı kadın istihdamının toplamının %16,5’ine tekabül ediyor. Erkek nüfus içindeki tarımsal istihdam oranı ise %12,2. Görülüyor ki, bu topraklarda tarımda kadınların istihdamı erkeklerden daha fazla. Ancak tam da burada vurgulanması gereken önemli bir nokta var; tarım sektörü kayıt dışı istihdamın en yoğun olduğu sektör. Tarımsal istihdamın yaklaşık yüzde 78’inin kayıt dışı olduğu tahmin ediliyor. Veriler bize tarımda çalışan kadınların %88’inin hiçbir sosyal güvenlik kurumuna bağlı olmadığını söylüyor. Yani tarımdaki kadınların kahir ekseriyeti ücretsiz bakım emeğinin yanına ücretsiz tarım emeğini de iliştirmiş durumda.

Aşikâr ki, tarım kadın işsizliğini gözden saklayan, örten, kamufle eden bir sektör.  Geçimlik tarlasında ölesiye çalışan kadınlar, erkekler ve hatta çocuklar yine de hızla mülksüzleşiyor, yoksullaşıyor. Küçük ölçekte toprağa sahip ya da bütünüyle topraksız olan geniş yığınlar burada ve her yerde tarih boyunca büyük bir sömürünün de öznesi. Tarihin ve günümüzün kaybedenleri onlar.

Kaynaklar Türkiye’nin ekilebilir tarım alanlarında Cumhuriyetin kuruluşundan 1946 yılına dek dikkat çeken boyutlarda bir mülksüzleştirme yaşanmadığını söyler. Begüm Özden Fırat’ın academia.edu adresindeki “Türkiye’de Toprak İşgalleri ve Yerel Direnişler” başlıklı dikkate değer makalesinden öğrendiğimize göre erken dönem Cumhuriyet tarihi boyunca, nüfus artışına paralel olarak yeni topraklar tarıma açılır, ekilir, mahsul alınır. Nüfus arttıkça ekilen topraklar genişler. Aynı dönemde işlenen arazi miktarının yine de sınırlı kalmasına neden olan en önemli faktör ise tarım araç ve makinelerindeki yetersizliktir.

Yine aynı makale bize 1946’da Türkiye’ye çok sayıda traktör ve diğer tarım araç gereçlerinin girmesiyle bu tablonun değiştiğini söylüyor. “Makinelere sahip olan zengin köylüler, toprak ağaları ve kapitalist çiftçiler bu yeni araçlarla sadece kendi topraklarını sürmekle kalmadılar, hazine arazilerini ve köy meralarını da sürüp talan ettiler. Tahıl ürünlerinde ekili alan 1946 yılında 71,9 milyon dönüm iken 1953 yılında 110,8 milyon dönüme, 1960 yılında 129,5 milyon dönüme çıktı. 1980 yılında tahıl ekilen alan 132,9 milyon dönümdü.

Anlaşılıyor ki toprak ağalarının müştereken kullanılan mera ve hazine arazilerini çitleyerek gasp etmesi çağlar boyunca devam etmiş, adeta bir yöntem haline gelmiş. Çitleme ve müşterekler bugün de sosyal bilimlerde birbirini tamamlayan bir kavram çifti olarak kullanılıyor. Özellikle sermaye birikim süreçlerini tanımlamak için kullanışlı olan bu iki kavram, neoliberal birikim süreçlerini Marx’ın kapitalizmin ilksel sermaye birikim süreçleri analizine koşut bir şekilde açıklamak için elverişli bir bakış açısı sunuyor. Özellikle neoliberal dönemde hız kazanan özelleştirmeleri, kamu varlıklarının piyasalaştırılmasını, orman, mera, toprak, su gibi müşterek varlıkların metalaştırılmasını çitlemenin günümüzdeki biçimleri olarak saymak mümkün ve makul… Göz açıp kapayana dek mülksüzleşen, gelir kaybına uğrayıp mevsimlik tarım işçisi olan, kentlerin eteklerine sığınıp orada bir hayat kurmaya çalışan ve derin yoksulluğa düşenler ise müşterek kaynaklar elinden kayıp gidenler içinden çıkıyor.

Begüm Özden Fırat aynı makalesinde, Türkiye’de toprak üzerinde iki çitleme dönemi ayırt edebileceğimizi vurguluyor. İlki 19. yüzyılda 1847 Tapu Nizamnamesi ve 1858 Arazi Kanunnamesi gibi toprak üzerinde yapılan düzenlemelerle başlayan süreç ve ikincisi 1950’lerden itibaren ortaya çıkan dönem. İkinci dalga, tarımda büyük değişikliklerin yaşandığı bir döneme denk düşer. Bu dönemde iktidara gelen Demokrat Parti eliyle ulaşıma ve altyapıya yapılan yatırımlar, tarımın sübvanse edilmesi ve Marshall yardımının büyük toprak sahiplerine sağladığı olanaklar tarımsal üretimin hızla makineleşmesi sonucunu doğurur. Emek gücüne duyulan gereksinim azalır, toprak sahibi ve ortakçı ile topraksız köylü arasındaki gelir makası hızla açılır, sınıf çelişkileri keskinleşir. Emeğe duyulan ihtiyaç azalırken toprağa duyulan ihtiyaç artar. Toprak ağaları arazi açığını karşılamak için topraksız ya da az topraklı köylüler tarafından ortaklaşa/müştereken kullanılan toprakları gasp eder. 

Fakat tarih ne kadar hak gaspı varsa, o kadar da direniş kaydeder günlüğüne. Yaygın çitlemelere karşı “çitleme karşıtı” direnişler de aynı zamanda örgütlenir. Hızla yoksullaşan topraksız köylüler ya kentlere göç eder ya da kırda hak gaspına karşı yan yana gelir. Bu direnişler neredeyse tüm 60’lar boyunca ülke coğrafyasının farklı yerlerinde uç verir.  Kimi kaynaklar 1967’de 10, 1968’de 13, 1969’da 27, 1970’te ise 96 adet toprak direnişinin gerçekleştiğini kaydeder. Günümüzde kısık sesli bu direnişlerinizi sürmek zordur. Çünkü yerellerle kısıtlı kalır, merkezileşmez, toprak ağasına, tüccara karşı homojen bir grup oluşmaz, kısmi kazanımlarla kolayca sönümlenirler. Yine de bugün titiz araştırmacılar sayesinde kimi direnişleri biliyor, ayrıntılarına vakıf oluyor, direnenlerin inatlarından esinleniyoruz.

Kayda giren ilk toprak işgali topraksız köylüler tarafından, kamu arazilerine el koymuş toprak ağalarına karşı Elmalı’nın (Antalya) Bayraktar Köyü’nde 1967 yılında gerçekleştirilir. Fakat kadınların başını çektiği ilk direniş Ege bölgesinde, İzmir’in Torbalı ilçesine yakın Göllüce ve Atalan köylerinde 1969’da örgütlenen direniştir. Bu direniş günümüzde Türkiye coğrafyasının pek çok farklı yerinde direnişin başını çeken kadınların; HES’lere karşı direnen kadınların, Yeşil Yol’a karşı bir araya gelen kadınların, Bergama’da siyanürlü altına karşı örgütlenen kadınların, Yırca’da kurulması planlanan termik santrale karşı birleşen, Akbelen’de ormanı korumak için nöbete duran kadınların öncüsü, müjdecisidir.

Kadınların ağaya açıktan baş kaldırdığı, jandarmanın karşısına geçtiği bu tablo, dönemin basını için de, yetkilileri için de, siyasiler içinde ziyadesiyle şaşırtıcıdır. Kadınlar dimdik dikilir hepsinin karşısına. Başlarına gelenin neden geldiğinin bilincindedirler.

Bengü Kurtege Sefer’in Saltonline’da yayınlanan“Türkiye’de Kırsal Sınıf Mücadelelerinin Mekansal Okuması:1960’lı Yıllarda Ege Köylerinde Toprak İşgalleri, Siyaset ve Kadın” başlıklı makalesinden aktarıyoruz;

“… Toprak mücadelesine katılan kadınlardan 45 yaşındaki Sabahat Güleç hükümet, toprak ağası ve jandarma arasındaki iş birliğini ve aralarındaki sınıfsal farkı şöyle dile getirmiştir; -bazı işgüzarların bu arazileri yine ağalara mal edeceklerini bildiğimizden, biz de sürdüğümüz tarlalara yürümeye başladık. Jandarma önümüze çıkıp nereye gittiğimizi sordu. Tarlalara gidiyoruz diye cevap verdiğimizde gidin gidin orada boku yiyeceksiniz dedi. Tarlalara biraz daha yanaşınca jandarma mevzi aldı. Tüfeklerin mekanizmalarıyla oynuyorlar ve mermi dolduruyorlardı. Gözümüzü korkutmak istediklerini anlamıştık. Biz de doğru söylüyon oğul biz köy kadınıyız, bazen ot, bazen bok yeriz. Sizin gibi hep ağa kuzusu yemeyiz dedik.”

Aslında Atalan’da toprak ağası da bir kadındır. Mesude Evliyazade kendisine miras kalan toprakları yeni üretim teknikleriyle tarım yapan bir çiftliğe dönüştürmeye çalışmaktadır. Bengü Kurtege Sefer, aynı makalesinde 50’lerin ortalarından itibaren bölgede pamuk üretiminin makineleştiğini ve üretim ilişkilerinin yeniden yapılandığını aktarır. Bu yeni durumun doğal sonucu çapalama, ot ayıklama gibi emek yoğun işlerde düşük ücretlerle çalışan kadınların büyük kısmının işsiz kalmasıdır. Ayrıca anlaşılır ki kadın ağa hem Göllüce’de hem de Atalan’da binlerce dönüm kamu arazisini sürmektedir. İşsiz ve aşsız kalan, hakkı yenen topraksız, mülksüz kadınlar direnişe geçer böylece, kamu arazilerini parsellere bölüp otları temizler, traktör kiralayıp tarlaları sürmeye başlarlar.

Derken jandarma çıkar gelir. Müdahale sert olur. Kadınların tümü jandarma dipçiğinden payına düşeni alır. İçlerinde ağır yaralananlar, dövülenler vardır.  Devamını yine Bengü Kurtege Sefer’in makalesinden aktarıyoruz;

“… eylemlere katılan bir kadın, mücadelelerini sonlandırmak için köye gelen Vali Muavini Kazım Ataman ve Orhan Tunçer’e 37. Madde’yi şöyle hatırlatmıştır: ‘Mesude Evliyazade’nin 600 dönüm tapulu arazisi var. Gerisi hazinenin. Yıllardan beri bu topraklarda ortakçı ve işçi olarak çalışıyoruz. Anayasa’ya göre, 37. Madde’ye göre araziler bize dağıtılsın.’ 1961 Anayasası’nın bu maddesi, her çiftçinin toprak sahibi olmasını ve bunun için devletin gerekli tedbirleri alabileceğini öngörmekteydi. Eylemciler bu maddeye gönderme yaparak işgallerin yasal olduğunu savunmuşlardır.”

Görülüyor ki dönem, köylü kadınların Anayasa’dan kaynaklanan haklarını bildiği, bunu haykırdığı bir dönemdir. Çünkü kavga öğretir.

Elbette siyasilerin de tepkileri gecikmez. Kurtege Sefer, dönemin başbakanı Süleyman Demirel’in sözlerini şöyle aktarıyor;

“Başbakan Süleyman Demirel, 11 Şubat 1969’da Son Havadis gazetesine verdiği röportajda kadın eylemcilerin, toprak ağalarının özel mülkiyet hakkını çiğneyerek devletin namusuna el uzattıklarını şöyle ifade etmiştir: “[…] tapu, devletin namusu demektir. Tapuyu muhafaza edemezseniz, yarın kişi emniyetini de muhafaza edemezsiniz. Tapu zırhı delindiği takdirde, anarşinin ilk kademesi başarı kazanmış olur.”

Aynı makalede yazarın iktidar partisine yakınlığı ile bilinen dönemin İzmir valisi Namık Kemal Şentürk ile yaptığı görüşmede, Vali eylemci kadınları “erkek tahakkümündeki kamusal alana çıkmış terörist kadınlar” olarak nitelendirir ve bizleri bu “terörist” kadınları genelleştirmemek konusunda nazikçe uyarır;

 “Göllüce ve Atalan’daki siyasi olarak aktif kadınlar sıra dışıydılar. Köylerdeki birçok kadın itaatkâr, siyasetten uzak, cahil ama fedakâr ve çalışkan annelerdi. Oysa bu terörist kadınlar, işgallerde erkek gibi hareket etmişlerdi. Onları genelleştirmemeliyiz.”

Erkek tahakkümündeki kamusal alana çıkma cüreti gösteren bu kadınlar kendi sınıfsal konumlarına itiraz etmiş, toprak ağasına başkaldırmış, devlet politikalarına itiraz etmişlerdir. Sadece dahil oldukları sınıf nedeniyle değil, toplumsal cinsiyetleri yüzünden de sömürüldüklerinin bilincindedirler. Atalan ve Göllüce’de jandarmaya kafa tutan, Anayasa’dan kaynaklanan haklarını bilen kadınlar kısa sürede siyasi birer özneye dönüşmüş, başlattıkları ve biçimlendirdikleri mücadeleyi siyasallaştırmışlardır.

Bugün 1950’lerin koşulları geçerli değil; dönemin siyasallaşmış örgütlü toplumuna sırtını dayayabilen topraksız köylü direnişlerine de sık rastlanmıyor. Türkiye’nin fotoğrafı 24 Ocak 1980’de serbest piyasa politikalarına geçişle birlikte kökünden değişti. Devlet neoliberal politikalar uyarınca tarımdan elini çekti, tarımsal sübvansiyonlar birer ikişer kesilirken üretim girdilerinin maliyetleri hızla arttı. Öyle bir nokta geldi ki üretilen ürünün pazar fiyatı üretim maliyetinin altında kaldı. Kalan az sayıdaki küçük ölçekli tarım arazisi sahibi de biriken borçları ödeyebilmek için toprağını haraç mezat elden çıkarttı, mülksüzleşti. Zaten topraksız olan köylüler ise çoktan mevsimlik tarım işçisine dönüşmüş, kamyon kasalarına doluşarak hala ürün alabilen tarlalarda çalışmak üzere yollara koyulmuş, tarlaların eteklerinde kurulan çadır kentlerde yaşamaya başlamıştı. Geri kalan kırsal nüfus böylece büyük kentlerin eteklerine yığıldı; madenlerde, tersanelerde, inşaatlarda ucuz işgücü olup alınmayan iş güvenlik önlemleri yüzünden iş cinayetlerine kurban verilmek üzere…

Neoliberal çitlemeler ise çeşitlenerek, katmanlaşarak, ağırlaşarak sürüyor. 2000’lerin başından itibaren kırda mera, orman, su gibi müşterek kullanım alanları, kentte kıyılar ya da korular gibi kamusal alanların yapılan hukuki düzenlemeler eliyle sermayenin kullanımına açıldığını biliyoruz. Neoliberal büyüme bunun üzerine yükseliyor. Satamadığı ağacı kesen kapitalizm hepimizin yaşam alanlarını daraltıyor. Kadınlar kapılarının önüne kurulan HES’in, tarlalarının yakınındaki termik santralin, köylerinin bitişiğindeki taş ocağının yarattığı yıkımın ilk kurbanları… Çok övünerek anlatılan “yeni iş sahaları” onlara kapalı. Kimyasal salınan toprağın, suyun, havanın zehirlediği insanların bakım yükü yine kadınların sırtında.  Göçe zorlandıkları kentlerde derin yoksulluğun pençesine düşenler yine önce kadınlar ve çocuklar oluyor. Bu “kadere” itiraz eden direnişler de yine aynı kadınlar tarafından örgütleniyor. Doğayı, yaşamı korumak için ilk itiraz edenler neredeyse her zaman kadınlar oluyor.

Çünkü eğer yaşam alanın daralıyor, içtiğin su kirleniyor, soluduğun hava zehirleniyor, yürüdüğün yolun yokuşu giderek dikleşiyorsa, itiraz bâki, direniş haktır. Durum buysa insan hayatının karşısında devlet kimdir, mahkeme nedir ki? Tıpkı Karadenizli Rabia Özcan’ın dediği gibi;

“Mahkeme kimdir? Devlet kimdir? Mahkeme biziz! Halk biziz! Vali kimdir? Kaymakam kimdir? Mahkeme olanlar buralarda yatanlardır. Biziz!”

Kaynakça:

  1. Önal, N.E ; Anadolu Tarımının 150 Yıllık Öyküsü (2010), Yazılama Yayınevi.
  2. Kaşıkırık, A; Tarımın Görünmeyen Kahramanı Kadınlar, Fikir Turu https://fikirturu.com/ekonomi/tarimin-gorunmeyen-kahramanlari-kadinlar/
  3. Fırat, B.Ö;Türkiye’de Toprak İşgalleri ve Yerel Direnişler, Saha Dergisi
    https://www.academia.edu/38402978/T%C3%BCrkiye_de_Toprak_%C4%B0%C5%9Fgalleri_ve_Yerel_Direni%C5%9Fler
  4. Kurtege Sefer, B; Türkiye’de Kırsal Sınıf Mücadelelerinin Mekansal Okuması:1960’lı Yıllarda Ege Köylerinde Toprak İşgalleri, Siyaset ve Kadın,
    https://saltonline.org/tr/2644/turkiyede-kirsal-sinif-mucadelelerinin-mekansal-okumasi-1960li-yillarda-ege-koylerinde-toprak-isgalleri-siyaset-ve-kadin
  5. Bayram D, Güler B; Sakin ol ve Kadınlara Atfettiğin Sıfatları Yavaşça Yerine Bırak, Bianet,
    https://bianet.org/yazi/sakin-ol-ve-kadinlara-atfettigin-sifatlari-yavasca-yere-birak-166016
Editör: Ebru Pektaş
Düzelti: Ebru Pektaş
Tasarım ve Sosyal Medya: Melike Çınar, Sabâ Esin, Sinem Yıldız
Seslendirme: Seda Bedestenci Yegâne

Kadın Vardiyası – 2023
Bize Ulaşın: [email protected]

Login to enjoy full advantages

Please login or subscribe to continue.

Go Premium!

Enjoy the full advantage of the premium access.

Takipten Çık:

Takipten Çık Vazgeç

Cancel subscription

Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.

Go back Confirm cancellation