Emeğin Cinsiyetli Yüzü M. Hazal Çakmak 23 Kasım 2024
Emeğin Cinsiyetli Yüzü söyleşilerimizde; kadın emeğinin özgüllüklerini, kadınların emek etkinliklerinde yaşadıkları sömürü biçimlerini ve emek süreçlerinin cinsiyetçi iş bölümünü kadınların yaşam öyküleri içinde takip ederek görünür kılmayı amaçlıyoruz. Kadınlar, bir yandan hane içindeki ekonomik faaliyetleri, bakım işlerini, evin fiziki işlerini yerine getiriyor, günün her anı yaşamı devam ettirecek gündelik gereksinimleri emek güçleriyle, bir ücret karşılığı olmadan yaratıyor ve örgütlüyor. Öte yandan, kadınların ücretli emek alanları da bu ataerkil ilişkiye içkin cinsiyetçi iş bölümünün uzamında kadınların emek gücünün erkeklerden farklı biçimlerde sömürülmesine olanak sunuyor. Bu seri kapsamında ilk söyleşimizi Damla Topbaş ile gerçekleştirdik.
Geçtiğimiz aylarda İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi (İKÇÜ) Sosyoloji bölümünde Araştırma Görevlisi olarak çalıştığı işinden istifa eden ve kendisini istifaya götüren mobbing sürecini sosyal medya hesabından ifşa eden Damla Topbaş ile, akademi ve üniversitelerdeki şiddet ve cinsiyetçilik pratikleri üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
Seni tanıyarak başlayalım.
Ben lisans eğitimimi siyaset bilimi ve sosyoloji alanlarında Ankara Üniversitesi’nde tamamladım, Aynı üniversiteden yüksek lisans derecemi sosyoloji alanında aldım. 2021 Şubat ayından 2024 Eylül ayına kadar İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde araştırma görevlisi olarak çalıştım. Şu anda ABD’de eğitimime ve akademik çalışmalarıma devam ediyorum.
İstifaya giden süreci konuşalım biraz. Hani o bahsettiğin sekreterya işlerinin asistanlara yüklenmesi neredeyse yazısız bir kurala dönüşmüş durumda. Tabi ki bunun istisnaları da var ama genel olarak bu yozlaşma bilinen bir durum. Buna ek olarak yaşanan, süreci hızlandıran başka gelişmeler oldu mu?
Ben yüksek lisans öğrencisiyken araştırma görevlisi olarak çalışmaya başladım. Jüri kararıyla tezimi düzenlemem için üç ay uzatma verildi. Bu süreçte tezimi başarıyla savunup Enstitü’ye teslim ettim. Aynı gün, o dönem İKÇÜ Sosyoloji Bölüm Başkanı olan Osman Konuk’tan işten atılacağıma dair bir telefon aldım. Ancak mesele araştırma görevlisi olduğum üniversitenin YÖK’ün jüri kararıyla uzatma alan araştırma görevlilerinin yeniden atamalarının yapılması gerektiğine dair görüşünden bihaber olmasından kaynaklıyordu. Ben bu yazıyı ‘kendi çabamla’ bulup personeli olduğum üniversiteye gönderdim. İKÇÜ Personel Daire de bu yazıyı bulabilirdi ama yapmadılar. Ben ilgili yazıyı gönderdikten sonra yeniden atamam yapıldı.
Bu süreçte Osman Konuk bana “Bir şey olmaz ya, mahkemeyle geri dönersin.” demişti. Bence bu cümle Türkiye’de araştırma görevlilerinin ne denli güvencesiz ve gayriciddi şartlarda çalıştığının özetidir.
Asıl mobbing süreci ise bundan sonra başladı. Çalıştığım bölümde doktora programı varken bu program açılmadı ve bana oldukça geç bir tarihte yine ‘telefon’ yoluyla haber verildi. Ben yine ‘hayatta kalma’ güdüsüyle o sürede hızlıca doktora başvuruları yaptım ve Ankara Üniversitesi Sosyoloji doktora programına kaydoldum. Ancak doktora derslerime gönderilmedim, ‘habersiz şekilde şehir dışında doktora yapma’ gerekçesiyle hakkımda soruşturma açıldı. Soruşturma içeriği paylaşılmadan sözlü ifadeye çağırıldım. Tüm bunların üzerine yeni Bölüm Başkanı Halil Saim Parladır “bölüm hocaları sana ders vermek istemedikleri için biz doktora programımızı açmadık” dedi. Bölüm öğretim üyesi Selin Önen’in bu durumdan haberi bile yoktu. Ancak ‘erkek meclisi’ kararını vermişti.
Bu süreç zaten İKÇÜ Sosyal ve Beşerî Bilimler Fakültesi’nde açık ve korkusuzca mobbing uygulanan bir dönemdi. Mesai dayatmalarının, ofis baskınlarının, askeriye tipi bir kontrol mekanizmasının inşa edildiği kaotik bir süreçti.
Bu akıl almaz, mantık dışı silsilenin; program açmayıp sen başka okula başvur dendiği halde başka okula göndermemenin, soruşturmaların vesaire özel olarak sana dönük bir sürecin parçaları olduğunu mu düşünüyorsun? Yoksa oradaki herkesi yıldırmaya dönük bir şey mi? Neden böyle bir tavır var, bunun arkasında yatan sebep nedir sence?
Bu olaylar silsilesi ideolojik bir süreçti. Genel bir korku iklimi yaratmanın, iktidarını icra etmenin yoluydu. Ancak bu iktidar makbul görülmeyen belirli bir kesime yöneltiliyordu. Aynı bölümde çalıştığım akademisyenler Selin Önen ve Sibel Bekiroğlu da mobbinge maruz kaldı. Selin Önen mobbing davası açtı, Sibel Bekiroğlu ‘hizmetine ihtiyaç duyulmadığı’ gerekçesiyle işten atıldı.
Bizim deneyimlerimiz, Türkiye’de üniversitelerin geçirdiği dönüşümle, ideolojik ve yönetsel merkezler haline gelmesiyle ve bu yönetsel merkezlerin başındaki genellikle bilimsellikten uzak sopası elinde gezen erkek yönetici figürüyle çok yakından ilişkili. Burada katı bir hiyerarşi var, patron benim ve itaat talep ediyorum diyen bir anlayış bu. Bu yaklaşım, toplumsal cinsiyet çalışan akademisyenlere yönelik daha sert bir saldırı olarak şekilleniyor.
Sizin burada diğer kadınlarla geliştirdiğiniz bir dayanışma süreci oldu mu?
Biz kadın akademisyen arkadaşlarımla bir araya gelip makale yazmak yerine dilekçe yazıyorduk. Trajikomik değil mi? Ancak bu dayanışmanın en güzel yanı ofislerde hala birlikte kahkaha atmak, bu kahkahanın yankılanması ve hala keyif kaçırıcı olmasıydı. Keyif kaçıran feminizm biraz da bu.
Üniversitelerde kendi aranızda kurduğunuz kadın dayanışması, organik olan o süreç dışında destek mekanizmaları, bütün bu hikâyenin daha farklı ilerlemesi için başvurabileceğin kurumsal yapılar var mıydı?
Kesinlikle yok. İKÇÜ’de bir mobbing birimi dahi yok. Olsa da ne kadar işlevsel olurdu bilmiyorum. Benim güç aldığım kişiler oldu. Bunlar çoğunlukla akademide yolumun kesiştiği, hala akademiye olan arzumu besleyen hocalarımdı.
Bütün bu deneyimi, konuştuğumuz her şeyi düşünerek hatta belki bunun da dışına taşarak, akademide kadın olmak deyince kafanda canlanan şey nedir?
Üniversitenin tarihsel gelişimi üzerine düşündüğümde aslında eril bir kurum. Kadınların çok geç dahil edildiği kurumlar. Bugün Türkiye’de, akademideki kadın akademisyen ve öğrenci sayısıyla övünülüyor. Ancak üniversiteler hala yönetici pozisyonun erkekler tarafından işgal edildiği, eril söylemin ve ideolojinin yeniden üretildiği kurumlar. Ben üniversitelerin neoliberal dönüşümü ve üniversite yöneticiliği altında inşa edilen yeni erkekliğin araştırmaya değer olduğunu düşünüyorum.
Cenk Özbay ve İlkan Can İpekci’nin toplumsal cinsiyet çalışan akademisyenlerin ataerkil ve antifeminist kurumsal pratikler tarafından nasıl hedef alındıklarını anlattıkları çok iyi bir çalışmaları var. Bizim deneyimimiz bu saldırıdan muaf değildi. Üniversiteler toplumsal cinsiyet çalışmalarının bilimsel meşruiyetini yok etmenin bir platformuna dönüştürülüyor. Ataerkil yönetici erkeklik ve yanında konumlananlar bu noktada önemli bir figürler olarak görev alıyorlar.
Ben Kai Lindemann’ın çete kavramını kullanma biçimini oldukça verimli ve farklı alanlara uygulanabilir buluyorum. Bana kalırsa Türkiye’de çoğu üniversite erkek çetelerine benzer yapılar tarafından ele geçirilmiş durumda. Belli çıkarlara ve kazanımlara dayanan, çeşitli ganimetler üzerinden paylaşım yapan bir grup erkeğin kazanç sahası burası. Ne kadar makbulsen o kadar yer bulursun bu çetede. Dahası, sessiz kalarak saf tutmadığını düşünenlerin yaptığı da çeteyle suç ortaklığıdır.
Ben bütün konuştuklarımızın üzerine ek olarak şunu da söylemek isterim: Sessizce çekip gitmediğin için bir kadın olarak çok teşekkür ederim. Yani gurur duydum ve mücadeleni kişisel olarak da çok önemsiyorum.
Ben burs kazandım, yurtdışında birçok ülkeden doktora kabulü aldım. Bu nedenle ses çıkarmam çoğu insan tarafından güvenli sularda kulaç atmak gibi yorumlanabilir. Göç çalışmaları, gidenin durumunun pek de böyle işlemediğini yıllardır gösteriyor.
Ben susmak istemedim çünkü arkada kalan kadın arkadaşlarıma karşı feminist ahlaki bir sorumluluğum var. Michelle Ciurria feminist çalışmasını kadınlara duyduğu sevginin, patriyarkanın savunucularına karşı ise duyduğu nefretin bir emeği olarak tanımlıyor. Benim hikayem de tam olarak böyle bir emek ürünü. Bu noktada benim için en önemlisi, yapılanların kahvehane işlevi gören on metrekarelik ofislerde kalmamasıydı. Bunlar kayıtlanmalı, görülmeli ve duyulmalı.
Dahası, tüm bu mobbing deneyiminin işaret ettiği, çoğu üniversitede kadınların maruz kaldığı ideolojik bir meseleyi görünür kılmanın da bir yoluydu konuşmak. Bir mekân olarak üniversite erkeklik performansının bir alanı olarak işletiliyor. Otoriterliği ortaya koyma, domine etme, bir kadını hiyerarşinin en alt basamağına yerleştirme ve buna uygun şekilde davranma, eril söylemleri üretme, patron erkekliği sürdürme… Üniversiteler, ofisler, ataerkil erkeklik performansları için birer sahne işlevi görüyor. Burada bilim dilinden seslendiğinizde rahatsız edici, keyif kaçırıcı oluyorsunuz.
Sen bu süreçte üretmeye devam edebildin mi?
Benim nefes almamı sağlayan şey üretmekti. Bu süreçte yayınlar yaptım, yüksek lisans tezim, Erkeklik Krizi: Aldatılan Erkekler, Aldatan Kadınlar, İletişim Yayınları tarafından kitap olarak yayımlandı. Aldığım geri dönüşlerle akademiye ve o feminist dertlerime bağlılığımı tazeledim, güçlendim.
Bu dönemde Güney Afrika’da ‘Gender Work and Organization’ konferansında sunduğum bir çalışma oldu. Bu çalışma benim için ayrıyeten özeldi. Türkiye’de kadın araştırma görevlilerinin akademide cinsiyetçiliğe karşı sessiz kalma sebeplerini ve alternatif direniş pratiklerini araştırmıştım. Görüşmeler, çoğu üniversitede kadın akademisyenin bilimsel üretimi bir direniş aracı olarak gördüğünü ortaya koydu. Kadınlara göre, mobbing uygulayan erkekler söz konusu bilimsel üretim olduğunda bu alanda kadınlarla mücadele edemiyorlardı.
Ancak kadınların çeşitli olaylar karşısında kendi kendilerini susturdukları sürecin politik bir alt yapısı var. bell hooks, sessiz kalmanın ve konuşmamanın iktidarla ilişkili olduğunu söylüyor.
Akademideki sessizlik Barış İmzacılarının atılma süreciyle güçlü biçimde ilişkili. Sessizlik kurumsal olarak güçlendirildi ve bir iktidar aracına haline getirildi.
Son olarak eklemek istediğin bir şey var mı?
Kadın cinayetleriyle ilgili tartışmalarda mesele insel gruplara ya da satanist ayinlere indirgeniyor. Mesele psikolojikleştiriliyor, sapkınlıkla sınırlı biçimde işaretleniyor. Tüm bunlar kadına yönelik şiddetin ataerkil toplumdaki ‘rutin’ yönünü görünmez kılıyor. Kadınların iş yerinde maruz kaldıkları psikolojik şiddet de bu rutinin bir parçası.
Yazar Hakkında Bilgi
Okur, düşünür, tartışır, bazen yazar. İçinde hissettiği yangının adını feminizm koyduğu ilk yer olan Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünden 2015 yılında mezun oldu. 2017 yılında hocaları KHK silsilesiyle akademiden uzaklaştırılınca arkadaşlarıyla birlikte “alternatif bir akademi tahayyülü” yaratmak üzere Universus Sosyal Araştırmalar Merkezi’ni kurdu, çeşitli pozisyonlarda görevler aldı ve burada araştırmalar yürüttü. 2019 yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji bölümünde yüksek lisansını tamamladı. 2021 yılından bu yana İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde doktorasına devam ediyor. Özne, kültür, toplumsal kırılma, değişim gibi ucu bucağı olmayan konulara kafa yoruyor, bunları makro siyaset içinde konuşmayı dert ediyor. En sevdiği özelliği, kendisini rahatsız eden her konuda fikir beyan etme isteği.
Please login or subscribe to continue.
Üye değil misiniz? Üye olun. | Şifremi Unuttum
✖✖
Are you sure you want to cancel your subscription? You will lose your Premium access and stored playlists.
✖